29 Eylül 2015 Salı

Aşkın Yaşı Yoktur!















Aşkın yaşı olur mu?

Ya da en çok kime yakışır?

Kim karar verir buna?


Bizler, başkalarının aşklarıyla uğraşmayı çok severiz.

Yaşına, başına, kariyerine, zenginliğine, fakirliğine, boyuna, kilosuna…

Her şeyine göre eleştiririz.


Sanki aşkın bir ölçüsü, bir kuralı, bir şekli varmış gibi.


Ama düşünmeyiz…

Aşk aslında bir gönül hastalığıdır.

Kime tutulacağınızı bilemezsiniz.

Aşk, mantığın devre dışı kaldığı hâlidir.


Gerçekleri göremezsiniz.

Sadece bir kişiye odaklanır,

ona kilitlenirsiniz.


Dışarıdan bakan herkes görür ilişkinin gidişatını.

Ama bir tek siz göremezsiniz.

Çünkü gönlünüz artık başka bir frekanstadır.


Ne deseler faydasızdır.

“Olmaz” derler,

“Yürümez” derler,

“Vazgeç” derler…

Ama hiçbirini duyamazsınız.


O kişiyi yüreğinizden koparamazsınız.

O sizinle kalır.


Nereye giderseniz gidin,

yanınızda taşıdığınız tek şey o duygudur.

Aşktır.


Ve aşkı bitirecek tek şey de yine sizsiniz.

Vazgeçtiğiniz anda aşk biter.


Aşkın yaşı başı yoktur.

Herkese yakışır sevmek.


Evet, aradaki yaş farkları sorun getirebilir.

Ama önemli olan, aşkı limitleri zorlamadan,

hak ettiği sadelikle, hak ettiği derinlikle yaşamaktır.


Cemal Süreya’nın dediği gibi:

“Okyanusta ölmez de insan,

gider bir kaşık sevdada boğulur.”


İşte aşk bu:

Olmaz dediğin ne varsa,

asla dediğin her şeyin olur hâli…



Sevgilerimle,

Belgin BAYKAL

Köpeğiniz Varsa!


 






Eğer bir köpeğiniz varsa…

Fazla insana ihtiyaç duymazsınız.

Çünkü o sizi o kadar güzel oyalar ki,

birçok unutulmuş duyguyu yeniden hatırlarsınız.


Vefayı…

Sadakati…

Karşılıksız sevmeyi…


Sadece karın tokluğuna ve aldığı sevgiyle yanınızdadır.

Unutmamayı ve sorumluluk almayı size o öğretir.

Nereye giderseniz gidin, aklınız hep ondadır.


Gece ya da gündüz yürüyüşe çıkmak istersiniz…

Yanınızda her zaman en iyi dost vardır.

Arabanın sağ koltuğunda onunla yolculuk yapmak…

Bazen her şeyden daha keyiflidir.


Belki başkalarını mutlu edemezsiniz,

ama o her koşulda sizinle mutludur.


Eve gelişiniz onun heyecanıdır.

Evden gidişiniz onun hüznüdür.

Siz kapıdan çıkarken gözleriyle sizi uğurlar…

Siz dönene kadar da bekler.


Yorulduğunuz bir gün olur…

Kendinizi koltuğa zor atarsınız.

İşte tam o anda,

usulca yanınıza sokulması…

Yorgunluğunuzu alıp götürür.


Eğer bir köpekle uzun yıllar yaşadıysanız…

Ondan kopmak kolay değildir.

Sizden bir parçadır artık.

Siz de ondan.


Sizin olmadığınız hiçbir şey,

onu da tam olarak mutlu edemez.


Bir köpek sahiplenmek istiyorsanız…

Sevgiye ve fedakârlığa hazır olun.

Bu ilişki öylesine bir heves değil.

Karşılıklı bir bağ, bir alışveriştir.


Tatil planı bile değişir bazen.

Onunla gidebileceğiniz yerleri ararsınız.

En iyi pansiyonlarda kalsa bile,

aradığı sadece sizsiniz.


Zorunlu olarak ayrıldıysanız…

Kavuşma anı en büyük mutluluğunuz olur.

Eve döndüğünüzde koşuşu, heyecanı…

Sadece “mutluyum” demez,

“İşte burası benim evim, ailem burada” der gibi sarılır size.


Köpek sahiplenirken lütfen sadece kendinizi değil,

evinizdeki herkesi dahil edin bu karara.

Herkesin sevmesi, herkesin sorumluluk alması gerekir.

Çünkü bu bir heves değil,

ömürlük bir sadakat yolculuğudur.


Benim vazgeçilmezim,

canım kızım Julia…

Artık bir melek olsan da,

hala evimizin en güzel köşesinde sen varsın.


Hayat seninle o kadar güzeldi ki…😌

Hâlâ öyle.


Sevgilerimle,

Belgin BAYKAL

Hayatımız Yalan!

 



Gerçekten kimiz biz?


Her geçen gün, hem değerlerimizden hem birbirimizden uzaklaşıyoruz.

Daha çok şeye sahip oluyoruz ama daha az kişiyle görüşüyoruz.


İnsanlara güvenmiyoruz ama kendi güvenilirliğimizi sorgulamıyoruz.

Herkesi çıkarcı, menfaatçi görüyoruz ama kendimizi

her şeyin dışında tutuyoruz.


Herkesten anlayış bekliyoruz, ama kimseye 

göstermeye yanaşmıyoruz.

Sevgi istiyoruz… bolca.

Ama sevmeye gelince temkinliyiz, koşullu ve ölçülüyüz.


Saygı görmekte çok hassasız;

ama saygı göstermeye gelince “Neden göstereyim ki?” 

diye düşünüyoruz.


Her konuda konuşuyoruz, fikir belirtiyoruz,

ama “Hadi sen yap” denildiğinde ortadan kayboluyoruz.

Talep etmekte cömert, vermekte cimri hâle geldik.

Duygularımız bile sahteye dönüştü.


Bütün bunları düşündüğümde,

insanın bakışı bulanıyor.

Neyi, neden ve kimin için yaptığımızı gerçekten bilmiyoruz artık.


Bulunduğumuz ortamlarda yapay bakışlar, 

ezber gülüşler arasında kayboluyoruz.

Ve fark etmeden biz de bu sahteliğe uyum sağlıyoruz.


Gerçekten hissettiklerimiz çevremizi oluşturuyor.

Diğerleri ise “ötekiler” olarak kenara çekiliyor.

Hemen sınırlar çiziyoruz, önyargılarla duvarlar örüyoruz.

Tanımadığımız insanlar için kolayca hüküm veriyoruz.

Sonra da yalnızlıktan yakınıyoruz.


Ama kendimize şu soruyu sormaya bir türlü cesaret edemiyoruz:

“Ben insanlara ne veriyorum?”


Herkesten ilgi, saygı, sevgi, anlayış bekliyoruz…

Ama ne kadarını verebiliyoruz?


Çünkü oyunun başrolü her zamanki gibi:

Ego.


Küçücük bir iyilik yaptığınızda,

havamızdan geçilmiyor.

Sanki dünyayı kurtarmışız gibi…


Ama bir dakika sonra neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz.

Bir felaket, bir kayıp, bir gerçeklik…

Ve bir anda; sizi “siz yapan” ne varsa kaybolabilir.

Unvanlar, statüler, servet…

Ve tabii ego da gider.


Hayat bu kadar pamuk ipliğine bağlıyken,

neden hâlâ bu kadar yapay şeylerin peşindeyiz?


Bugün çok istediğiniz şeyler,

yarın sıradanlaşacak.

O yüzden asıl mesele,

sahip olduklarınızın kıymetini bilmek

ve onunla gerçek bir hayat yaşamak.


Gerçekten sevin.

Gerçekten sarılın.

Gerçekten üzülün.

Gerçekten öfkelenin.

Ama ne yapıyorsanız, gerçekten yapın.


Çünkü sahte olan her şey,

ne kadar saklarsanız saklayın,

karşı tarafa geçer. Hissedilir.


Her şey doğasında güzeldir.

Siz de gerçek olun.



“Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken,

sen ‘hiç’ ol.

Menzilin yokluk olsun.

İnsanın çömlekten farkı olmamalı;

Nasıl ki çömleği ayakta tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluksa,

İnsanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.”

— Hz. Mevlâna


Sevgilerimle,


Belgin BAYKAL


Notunuz Var!











Posta kutusunda bulduğum küçük bir not, beni olduğum yerde durdurdu.
“Keşke senin gibi olabilsem.”

Kimdi?
Neden böyle bir şey yazmıştı?
Ve neden beni seçmişti?

Kendimle kavgalı olduğum bir dönemdeydim.
Yorgun, sıradan, eksik hissediyordum kendimi.
Oysa bir başkasının gözünde,
belki de güçlü, ilham veren, hatta “özenecek biri”ydim.

İşte o not, içimde sessizce bastırdığım duyguları uyandırdı.
Dönüm noktası gibiydi.

Artık kendimi daha az yormaya karar verdim.
Zamanımı çalan, beni tüketen herkesle arama mesafe koydum.
Kendimle kavga etmeyi bıraktım.

Daha çok okumaya başladım.
Okudukça başka hayatlara karıştım,
başka bedenlerde yaşadım, başka duygulara dokundum.

Bazen kaybettim, bazen sevdim.
Bazen gözyaşıyla ıslanmış sayfalarda buldum kendimi.
Ve en sonunda… yine kendime döndüm.

Çünkü fark ettim ki;
Senin sıkıldığın ne varsa,
bir başkası ona hayranlıkla taliptir.

Hayatına sen bıkmış gibi bakarken,
bir başkası “keşke onun yerinde ben olsam” diyordur.
Ve bu bile, insanın kendine yeniden şefkatle bakması için yeterli bir nedendir.

Şimdi yine posta kutusunun önündeyim. 
Elimde bir not var.
Yine ben yazdım.
Ama bu kez fark ederek, şefkatle, içtenlikle…

“Kendinle gurur duymalısın.”

Belki bir gün,
benim gibi kendinden yorulmuş biri bulur da okur.
Ve hatırlar:

"Her nefes bir ödülse,
seçtiğin hayat da onun bedeli olsun."

Sevgiyle kalın…

Belgin BAYKAL

Annemin Ellerinde Gizliydi Sevgi











“Kadınlar zayıftır ama anneler kuvvetlidir.”
– Victor Hugo

Annelik, çocuğunu ilk hissettiğin anda başlar.
O andan itibaren kadın değişir.
Kendinden vazgeçer, evladı olur önceliği.
Her şeyin yerini bir tek şey alır: Sevgi.

Çocuğu için yapamayacağı fedakârlık yoktur.
Kimi zaman uyumaz, kimi zaman yemek bile yiyemez.
Ama şikâyet etmez, çünkü kalbi razı gelmez.

Ve çoğu zaman bu sevgi öyle sessizdir ki…
Ne bir alkış ister, ne de karşılık.
Sadece var olur.
Tıpkı bu hikâyede olduğu gibi:

Sıcak Yemek Kokusu

Yoksul ama onurlu bir kadındı.
Gündelik işlerde çalışarak çocuklarını büyütüyordu.
Yorgun argın eve gelir,
Ama yine de sofrayı kurar,
Çocuklarına sıcak yemek yedirmeden uyumazdı.

Bir gün küçük kızı okuldan üzgün döndü.
Öğretmeni, herkesin annesini anlatmasını istemişti.
Ama o susmuştu.

“Annem diğer anneler gibi değil,” dedi.
“Süslenmiyor, okula gelmiyor…
Etkinliklerde de hiç yok.”

Kadın, kızının gözlerine baktı.
Bir an sustu…
Sonra elini tuttu:

“Ben senin için çalışıyorum kızım.
Belki saçımı boyamıyorum,
Okula da gelemiyorum ama…
Tabağındaki sıcak yemeği,
Üzerindeki temiz kıyafeti sana sevgimle veriyorum.”

O akşam, kız annesinin ellerine dikkatle baktı.
Yıpranmıştı ama güçlüydü.
O eller hem çalışmıştı… hem sevmişti.

Ve o günden sonra herkese şöyle dedi:
“Benim annem çok güzel…”

Gerçek sevgi, gösterişli olanda değil,
Sessizce yapılan fedakârlıktadır.

Kimi zaman mutfaktan gelen sade bir kokuda,
kimi zaman bir annenin sessiz telaşında hissedersin sevgiyi.
Kimi zamanda ellerin unla kaplı yorgunluğunda gizlidir.

Hiç söylenmeden yapılan,
Ama hep hissedilen sevgidir bu.

Her gün çocuğu için mücadele eden tüm annelere,
Ve sessizce sevgisini yüreğiyle gösteren tüm kadınlara…

Minnetle, sevgiyle…

Sevgilerimle,
Belgin BAYKAL

Mezun Olduk… Ya Sonra?









Mezun Olduk… Ya Sonra?

Okullar yine açıldı, büyük bir telaş başladı.
Çocuklarımız adam olacak ya, hemen okula gönderiyoruz.
Sonra da bütün başarıyı notlara yüklüyoruz.
Öğretmenini, arkadaşlarını, neler öğrendiğini sormuyoruz.
Yeter ki dersleri iyi olsun, yüzümüzü kara çıkarmasın!

Sınavdan sınava koşturuyoruz.
Her gün düşünüyoruz: “Bu çocukların hali ne olacak?”

Yıllar geçiyor...
Yüklü paralarla çocuklarımızı özel üniversitelere gönderiyoruz.
Mezun olacak derken zaman akıp gidiyor.
Ve sonunda "meslek sahibi" oluyorlar:
Doktor, mühendis, avukat, eczacı…

Peki sonra?

Şimdi sıra geldi iş bulmaya...
Eşe dosta haber salıyoruz, CV’ler hazırlanıyor.
Ve bekliyoruz.
Aylar geçiyor...

Ama artık zaman değişti!
Bugün, dün gibi değil.
Hiçbirimiz “özel” değiliz artık.
Bir zamanlar kıymetli olan meslekler çoğaldı.
Başarıdan çok para konuşur oldu.
Ve iş bulmak zorlaştı.

Fark yaratmak şart oldu.
Yurtdışı deneyimi, yabancı dil, yüksek lisans...
Ama bunlar bile yeterli değil artık.
Hepsi sadece özgeçmiş süsü.

Bir şirkete mühendis alınacak.
500 kişi başvurmuş.
Hepsinin eğitimi benzer.
Peki sizi neden seçsinler?

Belki de perdeyi aralayarak yeni bir yol açmak gerekir.
Sadece ezberleri değil, kişisel özellikleri de öne çıkarmak gerekir.
Saygı, iletişim, özgüven, duruş ve nezaket…
Diplomanızdan önce fark edilen şeyler bunlardır.
Ve işte tam da bu yüzden,
Bugünün dünyasında sadece eğitim değil, kişilik ve duruş belirleyici olur.
Diplomanın yanına bu değerleri koymazsanız,
Unvanınızla oradan oraya savrulursunuz.
Çünkü mesleğiniz değil, insanlığınız fark yaratır.
Sizi öne geçirecek olan o “önemsiz görülen” değerlerdir.

Şimdi durun ve düşünün:
Çocuğunuza kazandırmanız gereken şey sadece diploma mı?
Yoksa saygıdeğer bir kişilik mi?

Kariyer yolculuğunda öne geçmek istiyorsanız; 
önce kişiliğiniz, sonra duruşunuz konuşur.


Sevgilerimle,

Belgin BAYKAL

Ezik Demeyin Kimseye

Toplumun sessiz kahramanlarıdır onlar. Kendini öne atmayan, ama her şeyin farkında olan insanlar. Onlara ezik derler, çünkü bağırmazlar. Çün...