30 Temmuz 2013 Salı

Yaşın Dörtlü Rakamla Başlıyorsa!









Hayatın en korkulan yaşı sayılır kırklı yaşlar.

Sanki her şey bitmiş, hiçbir şey yapamamışsın gibi.

Belki de yaşlanma etkilerini hissettiğin ilk yıllar…

Ya da artık "orta yaş" grubuna dahil edildiğin zaman.


Ben de bu yaşlara gelince başta biraz korkmuştum.

Ta ki kızımın arkadaşlarının “teyze” demesiyle,

ya da kimilerinin hâlâ “abla” demeye çalışmasıyla...


Ama şimdi?

Bunların hiçbirinin bir önemi kalmadı benim için.

Hayatta yaşımı bu kadar sevdiğim bir dönem hiç olmamıştı.


Sezen Aksu’nun o meşhur şarkısındaki gibi:

“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…”

Eğer bu aklımla verilecekse, hemen isterim!

Ama o toy ve ürkek zamanım verilecekse,

bu halim kalsın yeter.


Gençlik yıllarım hep koşuşturma,

hep güvensizlikle geçti.

Yaşımın güzelliğini yaşadığımı hiç hatırlamıyorum.

Korkularım vardı, endişelerim hiç bitmedi.


Sonra evlilik girdi o yılların arasına.

Alışma ve alışılma dönemi…

Derken çocuk büyütme telaşı,

iki katına çıkan kaygı.


Doğum günlerim, gözümün önünden

geçen yirmili ve otuzlu yaşlar…

Sanki "anlaşılamadan mezun olduğum" bir dönemdi o yıllar.

O kadar çabuk geçmiş ki!


Anneannemin gençlik sohbetlerini şimdi daha iyi anlıyorum.

"Hiçbir şey anlamadım nasıl geçtiğini" derdi.

Çünkü o yaşlar hep koşuşturma ve korkularla geçiyormuş meğer.


Ama şimdi?


Her şeye bakışım çok farklı.

Hayattan en keyif aldığım,

kendimi en çok sevdiğim dönem.


Ne saçlarımdaki beyazlar,

ne kaz ayaklarım,

ne de başka yerlerdeki ayak izleri…

Hiçbiri umurumda değil!


Sadece huzurum ve kendime aitlik duygum

beni zengin kılıyor.


Artık kimseye kendimi sevdirme ya da anlatma telaşım yok.

Anlayan anlamıştır, anlamayan çoktan yoluna gitmiştir.


Terk edilme, yalnız kalma korkularım da çok geride kaldı.

Zaten hep yalnız olduğumu anlamam da

işte bu dörtlü rakamların hediyesi.


Bu yaş, bazı gerçekleri kabul ettiğin dönem:

Her ne olursa olsun kimseyle

koşulsuz yola çıkılmayacağını,

tedbirli yaşamak gerektiğini öğrendiğin yer…


Yani: Beklentisiz yaşam!


Bu yaş;

kendini daha çok sevdiğin,

daha fazla mutlu ettiğin,

yaşarken kıymet bildiğin yaş.


Sakın korkmayın!


Geçmişten ders aldığınız,

kendinizi olumsuz düşüncelerden arındırdığınız,

en verimli ve içten yaşınızı

sevgiyle kucaklayın…


Çünkü gerçekten yaşam şimdi başlıyor.


Sevgilerimle,


Belgin BAYKAL

Bir hayat! Bir insan!








Güvenlik görevlisi Ahmet…
Pırıl pırıl bir insan.
Gözleri yemyeşil, ışıl ışıl…
Hayata inadına gülerek bakıyor.

Sabaha kadar çalışmış, 24 saati tamamlamıştı.
Yorgun, bitkin… Ama yine de ışıldayan gözleriyle selamladı beni.
"Gel, güzel bir çay yapayım sana," dedim.
Çok mutlu oldu.
Ayakta içiyordu çayını, saygıdan oturmuyordu.

“Otur hadi,” dedim.
“Rahatsızlık vermek istemem abla,” dedi çekinerek.
Sonunda oturdu.
Yüzünde gülümseme, mahcubiyet ve içten bir insan sıcaklığı…

Sohbet etmeye başladık.
– Bu paraya bu kadar yük ağır değil mi?
– Yok abla, Allah’a şükür yetiyor.

Uzun zamandır aldığı paraya şükreden bir insan duymamıştım.
Şaşkınlıkla dinliyordum.

“İki kızım var. Biri altı, biri üç yaşında.
Büyüğü bu yıl okula vermedim.
Kıyamadım… Daha çok küçük.”

– Çekingen mi kızın?
– Evet abla, çok kırılgan. Bir laf etsek hemen ağlıyor.

Sonra sessizleşti.
"Altı ay ayrı kaldık eşimle," dedi.
"Ayrılmak istedi ama ben kızımı bırakamadım.
Bezi, maması, her şeyiyle ben ilgilendim."

Dedim ki: “Helal olsun sana Ahmet.
Senin yaptığını kaç erkek yapar?”
Oysa çoğu erkek, çocuğu anneye bırakır gider.
Üstüne bir de minnettarlık bekler.

– Olur mu abla? O benim canım, kanım.
Karımı görmesem olur ama kızlarım… Onlar her şeyim.

Gözlerim doldu.
– Peki şimdi?
– Allah razı olsun, araya girenlerle barıştık eşimle.
Şimdi her şey yolunda.

– Gerçekten tebrik ederim seni. Hayat okulunu başarıyla geçmişsin.
– Sağ ol abla. Ben sadece ilkokul mezunuyum ama elimden geleni yaparım.

Ve devam etti:
– Huzursuzluğu sevmem. Eşimden hiçbir şey gizlemem.
Her şeyimi bilir. Dürüstlüğü seçtim.
Başkalarından duymasındansa, benden duysun isterim.

Zamanında hatalarım oldu.
Arkadaşlarıma daha çok zaman ayırıyordum.
O yüzden ayrılmak istemişti.
Ama sonra gördüm; insanın ailesi her şeymiş.

– Kardeşim için kredi çektim, borcunu kapattım.
– Peki o da senin için aynı şeyi yapar mı?
– Yapmaz mı abla! Bizde kardeşlik, aile çok önemlidir.
Birlik, beraberlik olmadan yürür mü bu işler?

Ahmet’in yüzüne uzun uzun baktım…
Sıradan sanılan insanların hayatında ne çok ders gizliydi.
Oysa biz, çoğu zaman koşarken hayatın özünü kaçırıyoruz.

Ve o öz, Ahmet’in sade hikâyesinde gizliydi:

Doğruluk, Yetinmek, Sadakat.

Sevgilerimle,

Belgin BAYKAL

Kartallar Yüksek Uçar!









    Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanlardandır.
    Bazıları 70 yıl kadar yaşar.

    Ama bu uzun ömür için, 40 yaşına geldiğinde çok zor 
    bir karar vermesi gerekir.
    Çünkü bu yaşta pençeleri sertleşir, esnekliğini kaybeder.
    Avlarını tutamaz hale gelir.

    Gagası uzar, göğsüne doğru kıvrılır.
    Kanatları ağırlaşır, tüyleri kalınlaşır.
    Artık uçmak bile ona yük olur.

    Ve önünde iki yol vardır:
    — Ya ölümü kabul edecektir.
    — Ya da yeniden doğuşun acı dolu sürecine katlanacaktır.

    Bu yeniden doğuş, tam 150 gün sürer.

    Kartal, bir dağın zirvesine uçar.
    Uçmaya gerek kalmayacak kadar yüksek bir yerde, 
    güvenli yuvasına çekilir.

    Orada gagasını kayaya vura vura kırar.
    Gagası düştükten sonra sabırla yenisinin çıkmasını bekler.

    Yeni gagasıyla pençelerini söker.
    Yeni pençeleri çıktığında ise, kartlaşmış tüylerini 
    tek tek yolmaya başlar.

    Ve beş ay sonra…
    Kartal yeniden doğar.
    Yirmi yıl daha yaşamasını sağlayacak o güçlü uçuşa hazırdır artık.

    Bu hikâyeyi okumadan önce kartalı, doğuştan güçlü bir kuş sanırdım.
    Meğer onun asıl gücü; geçirdiği dönüşümde, 
    sabrında ve acıya katlanma iradesindeymiş.

    Bizdeyse, “Ben oldum!” egosu, daha hiçbir şey olmadan ortaya çıkar.
    Hiç emek vermeden kartal gibi gezilir.
    Bakışlar hep yukarıdan atılır ama içi boştur.
    Görüntü var, ama yürek yok.

    Özgürlüğüne, gücüne, karizmasına özenirler,
    ama o karizmanın nasıl kazanıldığını umursamazlar.
    Geçtiği yollar, verdiği mücadele hep göz ardı edilir.
    Çünkü herkes kartal gibi görünmek ister,
    ama kartal olmanın bedelini ödemek istemez.

    Unutmayın!
    Gerçek kartallar yüksek uçar.
    Sahte olanlarsa bir süre uçar, sonra hızla yere çakılır.

    Çünkü kartal olmadan kartal gibi yaşamaya çalışırlar.

    Eğer gerçek bir kartal olmak istiyorsanız:

    Başarılı insan “Yardım edeyim” der.
    Başarısız “Bu benim işim değil.”

    Başarılı, her soruna çözüm arar.
    Başarısız, her çözümde sorun bulur.

    Başarılı, zorlukta fırsat görür.
    Başarısız, fırsatta bile zorluk arar.

    Başarılı “Zor olabilir ama imkânsız değil” der.
    Başarısız “Mümkün olabilir ama çok zor” der.

    Başarılı insanın bir planı;
    Başarısızın ise bir mazereti vardır.

    Sevgilerimle,

    Belgin BAYKAL

    Kınalı Ali





    Üst Teğmen Faruk cepheye yeni gelen askerleri kontrol ediyor 

    bir taraftan onlarla laflıyordu.

    Nerelisin? Gibi, sorular soruyordu.

    Bir ara saçının ortası sararmış bir çocuk gördü.


    “Adın ne senin evladım? …”

    “Ali…”

    “Nerelisin? ”

    “Tokat Zile komutanım”

    “Peki evladım bu kafanın hali ne? ”

    “Anam cepheye gelirken kına yaktı komutanım…”

    “Neden?”

    “Bilmiyorum komutanım…”

    “Peki! Gidebilirsin Kınalı Ali”

    O günden sonra herkes ona “Kınalı Ali” der ve 

    kafasındaki kınayla dalga geçerler..

    Ama kısa sürede cana yakın ve cesur tavırlarıyla 

    tüm arkadaşlarının sevgisini kazanır Ali.

    Bir gün ailesine mektup yazmak için arkadaşlarını çağırır. 

    Çünkü okuma yazması yoktur Ali’nin.

    Hep beraber başlarlar yazmaya.

    Ali söyler, arkadaşları yazar:

    “Sevgili anne babacım, ellerinizden öperim. Ben burada çok 

    iyiyim, beni merak etmeyin…”

    Kız kardeşini ve kendinden bir küçük erkek kardeşini sorar.

    Köyündekilerin burnunda tüttüğünü yazdırır.

    Kendilerini merak etmemesini, onlar var oldukça düşmanın 

    bir adım bile ilerleyemeyeceğini yazdırır.

    Gururla mektubu bitirir neden sonra aklına gelir ve yazının 

    sonuna anasına not düşer

    (Ali’nin kendisinden hemen sonra askere gelecek bir kardeşi 

    daha vardır)

    “Anacığım kafama kına yaktın burada komutanlarım ve

    arkadaşlarım benle hep dalga geçtiler.

    Sakın kardeşim

    Ahmet’e de yakma! Onla da dalga geçmesinler! Ellerinden 

    öptüm…”

    Aradan zaman geçer. İngilizler kesin netice almak için tüm 

    güçleriyle Gelibolu’ya yüklenirler.

    Bu cepheyi savunan erlerimiz teker teker şehit düşerler.

    Bunlara takviye olarak giden yedek kuvvetlerde yeterli

    olmamıştır.

    Gelibolu düşmek üzeredir.

    Kınalı Ali’nin komutanı da olayı görüp yerinde duramaz.

    Kendisinin bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildir.

    Onlar yeni gelmiştir.

    Komutanların bu düşünceli halini gören ve durumun 

    fazlasıyla önemini anlayan Kınalı Ali ve arkadaşları, 

    komutanlarına yalvar yakar oraya gitmek istediklerini 

    söylerler.

    Komutanları onları ölüme gönderdiğini bile bile çaresiz 

    gönderir.

    Kınalı Ali’nin bölüğünden kimse sağ kalmaz hepsi şehit 

    olmuştur.

    Aradan zaman geçer. Kınalı Ali’nin ailesine yazdığı 

    mektubun yanıtı gelir.

    Komutanları buruk ve gözleri dolu dolu mektubu açıp 

    okumaya karar verirler.

    (Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.)

    Babası anlatır Ali’nin: “Oğlum Ali

    nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim selam ederim.

    Öküzü sattık paranın yarısını sana,

    yarısını da cepheye gidecek kardeşine veriyoruz.

    Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum zaten.

    Artık Zahireye de fazla ihtiyacımız olmadığı için 

    yorulmuyorum da.

    “Siz sakın bizi merak etmeyin, bizi

    düşünmeyin” der, köyü, akrabalarını anlatır ve mektubu

    bitirir.

     “Ali ananın da sana diyeceği bir şey var…”

    “Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler, 

    kardeşime de yakma demişsin.

    Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle 

    seninle dalga geçmesinler. Biz de üç şeye kına yakarlar:

    1- Gelinlik kıza; gitsin ailesine, çocuklarına kurban

    olsun diye…

    2- Kurbanlık koça; Allah’a kurban olsun diye…

    3- Askere giden yiğitlerimize; vatana kurban olsunlar

    diye…

    Gözlerinden öper selam ederim. Allah’a emanet olun…”

    Mektubu okuyan Ali’nin komutanı ve diğerleri hıçkıra

    hıçkıra ağlamaya başlarlar…


    Sözün bittiği yerdedirler…


    “Çanakkale geçilmez” bu uğur uğruna verilen canlar, dökülen 

    kanlar tüm analar tarafından helal edilmiştir. Ama terör için 

    aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.

    Hiçbir ana, karnında dokuz ay taşıdığı yavrusunu, her gün 

    gözünün içine baka baka büyüttüğü kuzusunu, hain 

    saldırılarla koca bir hiç uğruna kaybetmeyi kabullenemez.

    Bu acıyı dindirecek ne para! ne de manevi destek olabilir.

    Artık,

    “Terörü lanetliyoruz, içimiz yanıyor” diyen büyüklerimizin yangınına

    samimiyetle bakamıyorum.


    Bir sabah uyandıklarında,

    ucuz bir terör saldırısında kendi çocuklarını kaybettiklerini düşünsünler.

    Doğumundan bugüne kadar yaşadığı her anı

    gözlerinin önünden geçirsinler.

    Bu ağır kaybetme duygusunu yaşamadan bu acı gerçekten anlaşılmaz.

    Ve bu terör bitmez.


    Evladımı öldüren birine dostça elimi uzatamam,

    kusura bakmasın kimse.


    İçinde öfke ve kini dinmemiş biri, her zaman potansiyel bir katildir.

    Bir gün, bir fırsat bulduğunda intikamını mutlaka alır.

    Bu yüzden barış yaklaşımı herkese uygun değildir.

    Evlat acısından, en yakının acısından söz ediyoruz.

    Telafisi olmayan acılardan...


    Olaylara daha akılcı ve sağduyulu bakmak gerekir.


    Bu dünya, hep söylediğimiz gibi geçici.

    Ama hayatlarının baharında, bir sürü hayalle toprağa verilen şehitlerimiz…

    Onlar yarım kaldılar.

    Kimisi yeni doğmuş çocuğunu göremedi.

    Kimisi nişanlısını, kimisi annesini,

    kimisi tüm sevdiklerini gözyaşlarıyla arkada bıraktı.


    Her şeyin bir vebali vardır.

    Ve bazı veballerin ödemesi çok ağırdır.


    Bu acılara sebep olan herkesin,

    Allah yardımcısı olsun.


    Belgin BAYKAL

    Paspas Altındaki Anahtar Olma!











      Geçen gün gözüme bu cümle çarptı ve üzerinde yazı yazacak kadar düşündüm.

      "Anahtar gibi sadece kaybolduğunda aranan biri olmak istemiyorsan;

       'nasıl olsa paspasın altındadır' rahatlığını vermeyeceksin kimseye…"

      İnsan doğası gerçekten çok nankör…

      Amacına ulaşmak için verdiği çabayı, daha sonrasında verme ihtiyacında bile hissetmiyor…

      Ama hep bekliyor! Arasın, sorsun, değer versin, sevsin, gelsin, gitsin vs.

      İş vermeye geldiği zaman, kendisini daha kıymetli görüyor ve gerek duymuyor.

      Çünkü karşısındakini “paspasın altına bırakılmış anahtar” gibi görüyor.

      Her zaman emrine amade ve orada!

      Karşı tarafa bu güveni de maalesef paspas altında

      hep hazır bulunan “Anahtar” veriyor yani bizler.

      Çünkü hep orada, aranıldığında bulunacak yerde.

      Hiçbir zaman kaybolmamış ve ev sahibine sadık kalmış. 

      Yerini beğenen begonya çiçeği gibi…

      Peki! Bunun doğrusu nedir?

      İnsan hayatında güvenilir ve sağlam olmak, değer görmemek mi demektir!

      Her zaman karşı tarafa kaybolma hissi vermek, ilişkiyi güvensiz hale getirmez mi?

      Neden bu tarz ilişkilere hep strateji gerekir?

      Neden insanlar düzgün giden ilişkilerden hoşlanmazlar?

      İçlerinden hep yıpratıcı ve yorucu ilişkileri tercih ederler.

      Monotonluk mu? Yoksa huzur mudur insanı dağıtan? 

      Her şey güzel giderken iki taraftan birine çok gelir bazı şeyler.

      Harcayacak bir şey arar ve en çabuk aklına gelen paspasın altındaki anahtardır.

      Bilir ki! O her aradığında yanında olmuştur. Ona gidecek güvensizliği vermemiştir.

      O zaman değersizliği de hak etmiştir.

      Hayatında her daim yanında olmanın bedelini ödeyecektir.

      Ne kadar acımasızca kurulmuş düzen değil mi?

      Dengesizlik ve tutarsızlıklar üzerine.

      Yalanlarla dolanlarla, kendi kendini aldatan insanlarla…

      Geçen gün bir arkadaşımla uzun sohbet ettik. Uzun süreli çok güzel giden 

      ilişkisini sadece sıkıldığı için sonlandırmış. 

      Her yönden anlaştıklarını ballandıra ballandıra anlattı. 

      Anlatırken hem özlem hem pişmanlık hem de özgür olmanın mutluluğu vardı gözlerinde.

      Bu üç duyguyu yaşarken, sağlıklı bir ilişki yaşayamıyordu belli ki.

      Her şeyin çok güzel olduğunu, birlikte birçok ortak yönlerinin olduğunu ama bitmesi gerektiğini söyledi.

      Çünkü kendisini çok kıskaç altında hissetmiş.

      Sonuçta, ikisi de ilişki konusunda olgunlaşmış, 

      birer evlilik atlatmış ve aradıklarını gerçekten 

      birbirlerinde bulmuş kişilerdi bana göre.

      Aralarında bitmesini gerektiren hiçbir şey

      göremedim. Ama o kendisini bir türlü o mükemmel giden ilişkisine sığdıramamıştı.

      Hal böyle olunca; ister istemez düşünüyorsun…

      İnsanlara batan şey nedir diye?

      Neden bu hale geliyorlar?

      Gerçekten de rahat mı batıyor kişilere.

      “Aradığımı bulamıyorum” diye söylenip 

      gezerken, bulduklarında neden çabucak tüketiyorlar güzel olan şeyleri.

      İnsanın önce ne istediğini bilmesi! Sonra ilişki arayışına girmesi gerekir.

      Eğer kendilerini ilişki yaşayacak ya da yürütecek potansiyelde görmüyorlarsa,

      ilişkiden uzak durmalı ya da kendileri gibi olan kişilerle bir araya gelmeliler.

      “Paspas altında anahtar” olmak kötü bir şey değil. 

      Kötü olan, anahtarı her zaman aynı yerde

      bulanın ona gösteremediği sadakat ve özen olmalı…

      Siz siz olun! ilişkiyi oldurmaya çalışmayın. 

      Olmayan şey hiçbir zaman olmaz!

      Kendinizi değerli görün ve size rahatsızlık veren 

      her türlü ilişkiden kurtulun.

      İlişkiler iki kişiliktir müstakil değil, İki tarafında 

      özverisiyle yürür.

      Özverinin bittiği yerde, ilişki de biter.


      Sevgilerimle


      Belgin Baykal

      Haksız Kazanç Değil mi?







      Hepimizin hayallerinde rahat bir hayat sürmek yatar.

      Eziyetsiz ve kendi ihtiyaçlarımızı rahatça karşılayacak şekilde.

      Ama bundan daha fazlası bizi şaşırtabilir.

      Medyadan ve haberlerden takip ettiğim kadarıyla 

      gerçekten çok büyük rakamlarla anlaşmalar imzalanıyor.

      Bu eşitsizliklere tepki vermemek elde değil.

      Bir futbol transferi gerçekleştiriliyor, kulübün
       
      bütçesinin büyük bir kısmı oyuncuya aktarılıyor.

      Dizi, film ya da reklam filmleri için yapılan anlaşmalarda

      başrol oyuncularına ödenen paralar nefes kesiyor.

      Peki! Neden? Bu kadar büyük paralar ödeniyor bu kişilere?

      Bu piyasayı kim bu hale getiriyor?

      Neye göre hesaplama yapılıyor ödemelerde?

      “Bu kadar rakam vermişler, biz iki katını verelim kaçırmayalım” 
      şeklinde mi planlanıyor?

      Müzayedeye mi açılıyor bu anlaşmalar acaba?

      Futboldaki başarılı bir oyuncuyu düşünün; 

      mahallesinde top koştururken hayalleri bu kadar büyük müydü sizce?

      Dizi ve film oyuncuları da aynı şekilde, 
      çok mağduriyet dolu günlerin arkasından 
      biranda hayatları hazmedilmesi zor bir şekilde değişiyor
      ve paralarını nereye harcayacaklarını şaşıracak duruma geliyorlar. 
      Kişiye verdiği zarar psikolojik ve egoya dayalı…
      Kuruma verdiği zarar ise maddi olarak yapılması
      gereken birçok projenin içinde yer alamamak olabilir.

      Bu üne kavuşanların hayatları medyada öyle bir dile getiriliyor ki 
      herkes futbolcu, oyuncu, manken olmanın peşine düşer oldu.


      Normal bir kurumda 20 sene üzeri hizmet etmiş kişiye ödenen
      kıdem tazminatı ile bir ev bile alamazken, 
      bu kişilere ödenen uçuk rakamlar gerçekten çok abartılı.
      Bu tamamen arz-talep ilişkisi…
      Sizin verdiğiniz rakamlar piyasayı hareketlendiriyor ve zorluyor.
      Herkes tutarlı bir duruş sergilese ve prensipli olsa 
      bu astronomik rakamlar dönmez ortada.
      Tüm dünya bu olaya teslim olmuş durumda.
      Milli piyangoda ya da diğer şans oyunlarında bir kişiye büyük ikramiyeyi kazandırmak gibi. 
      Oysa birçok paya bölünse ne çok insan faydalanabilir.

      Bu rakamı bugüne kadar bu seviyelere çıkartmasalardı, anlaşma piyasaları böyle olmayacaktı.

      Verdiğiniz makul rakamları kabul edeceklerdi.

      Ünlü evi, ünlü arabası, ünlü kıyafetleri diye bir trend oluştu.

      İnsanlar parasını ona göre harcamaya başladı.

      Gerçekten de bu uçuk rakamlar sadece bizim çenemizi
      yormakla kalmıyor, 
      çocuklarımızın da bakış açılarını değiştiriyor.

      O kadar zor şartlarda para kazanan insanlar
      başlarını sokacak bir ev alamazken, diğer tarafta şımarıkça limitsiz para 
      harcayan bu kişiler, lüks olan her şeye paralarını akıtıyorlar.
      Ama konu yardımlaşma olunca, oldukça cimrileşiyorlar.
      İşin ilginç tarafı; aldıkları paraları dibine kadar hak ettiklerini düşünüyorlar.
      Evet! “Emeksiz yemek olmaz” Tabii ki zor şartları ve fazla çalışmaları var.
      Ama karşılığı bu kadar çok olmamalı, diğer emek verenlere göre…
      İnsan olarak yeniliklere çok çabuk alışıyoruz. 
      Hayat standardımız yükseldikçe sanki hep 
      o hayatı yaşıyormuş gibi havaya giriyoruz.
      Ünlülerimiz de böyle oluyor işte. 
      Geçmişlerini çabuk unutuyorlar.
      "Acaba beni izleyen olur mu? 
      Ben de bir gün ünlü olabilir miyim?" şeklindeki hayalleri gerçekleşince, 
      doğuştan ünlü ya da zenginmiş havasına bürünüyorlar.

      Oturmuş ve kabullenilmiş bir sistemin değişmesi çok zordur. 
      Bu konuda üzerlerine düşen, toplumsal dayanışma projelerinin içerisinde fazlasıyla yer almak olmalı.

      Tıpkı dünün size zenginlik getirdiği gibi 

      yarının size ne getireceğini bilemezsiniz.

      Paranızı doğru işlerde kullanmanız dileğiyle…

      Belgin BAYKAL

      Ezik Demeyin Kimseye

      Toplumun sessiz kahramanlarıdır onlar. Kendini öne atmayan, ama her şeyin farkında olan insanlar. Onlara ezik derler, çünkü bağırmazlar. Çün...