29 Eylül 2015 Salı

Şimdi okullu olduk!


















Okullar açıldı yine büyük telaş…

Çocuklarımız adam olacak ya, bir koşu gönderelim okullara…

Sonra bütün başarıyı notlara yükleyelim.

Öğretmenini, arkadaşlarını ya da neler öğrendiğini sorgulamayalım.

Önemli olan derslerinin çok iyi olması ve yüksek notlarla yüzümüzü kara çıkartmaması.

Sonra sınavdan sınava koşturalım.

Her gün düşünelim! “Bu çocukların durumu ne olacak diye”?

Sonra bir sürü paralar ödeyerek o eşsiz üniversitelere gönderelim.

Mezun oldu olacak derken yıllar geçsin…

Sonra onları doktor, mühendis, avukat, eczacı en başta gelen meslekler olmak üzere işlerine kazandıralım.

Ne oldu? Bitti mi?

Tabii ki yeni başlıyoruz. Şimdi iş bulma zamanı…

Eşe dosta haber salalım. En süslü özgeçmişlerini hazırlayalım.

Bekleyelim, bekleyelim aylar geçsin…


Bugün artık dün değil!
Maalesef, artık beklentimizi yükseltmeyelim.

Çünkü hiçbiriniz özel değilsiniz artık.

Belli başlı mesleklere eskiden sayılı insan sahip olurdu.

Onun için hepsi kıymetliydi.

Özel üniversitelerle beraber bu mesleklerde artık çoğaldı.

Başarıdan çok paranın sözü geçtiği için iş bulma şansı azaldı.

Mecburen fark yaratmak adına Yurtdışı deneyimi de gerekir oldu.

Yurtdışından yabancı dil ve yüksek eğitim de alındı.

Yine bitmedi. Bunlar sadece özgeçmişinizi süsleyecek.

Büyük bir şirkete mühendis alınacak, 500 kişi müracaat etmiş.

Hepinizin eğitimi neredeyse aynı!

Sizi neden tercih etmeliler?

Dolayısıyla en başa dönüyoruz, hani sadece notlar vardı ya önemli olan.

Şimdi onların yanına, dış görünüm, saygı, kendini ifade gücü, temizlik ve duruş olarak ilave edelim.

Sıralamayı ilk karşılaştığımız bir insanın bizde bıraktığı etkiye göre yaptım.

Diplomanın yanına bunları koymazsanız, hayatınız boyunca unvanınızla oradan oraya sevilmeden savrulursunuz.

Çünkü mesleğinizin kıymeti değil, insan olarak donanımız ve edebiniz ön planda olacaktır.

Sizi diğerlerinden öne geçirecek şey o önemsemediğiniz değerler olacak!

Şimdi oturun düşünün!

Çocuklarınıza gerçekten kazandıracağınız şey sadece diploma mı?

Yoksa saygıdeğer bir kişilik mi?

Eğitim evde başlar, okulda devam eder…

Lütfen çocuklarınızı “Önce İnsan” yetiştirin.

Yeni eğitim dönemi hayırlı olsun!


Sevgilerimle,

Belgin BAYKAL

30 Temmuz 2013 Salı

Brad PITT Diyor ki!










Brad PITT’ in karısı hakkındaki Konuşması:

“Karım hasta. Kişisel yaşamı, işi, kendi hataları ve çocukların sorunlarından 
dolayı sürekli gergindi.
Karım 14 kilo verip, 40 kiloya kadar düştü.
Çok sıskaydı ve sürekli ağlıyordu.
Karım mutlu bir kadın değildi.
Devamlı başı ağrıyordu, kalp ağrısı vardı ve kaburga arkasında sinirleri sıkışıyordu.
Sağlıklı bir uyku düzeni yoktu, sadece sabahları ve
çok yorgun olduğu zamanlarda hemen uykuya dalıyordu.
Bizim ilişkimiz bitmek üzereydi, ayrılma eşiğine gelmiştik.
Karım kendi güzelliğini bırakmıştı, gözlerinin altına torbalar vardı, yüzüyle alay ediyordu ve kendine bakmayı bıraktı.
Kendisine gelen tüm filmleri ve rolleri reddetti.
Artık ben de umudumu kaybetmiştim, yakında boşanacağımızı düşündüm...
Ama sonra bir şeyler yapma kararı aldım ve onun yanında uykuya dalmaya, ona sarılmaya başladım.
Çiçeklerle beraber duş almaya, onu öpmeye, övgüler söylemeye başladım.
Onu her dakika memnun görüyordum ve ona hediyeler alıyordum.
Beni yeniden sevme ihtimalini düşünemiyordum bile.
Sadece onun için yaşamaya başladım.
O’nun hakkında basınla sadece ben konuştum.
Bütün olayları onun yönetiminden aldım.
Onun ve ortak arkadaşlarımızın yanında onu övdüm,
inanmayacaksınız ama yüzünde çiçekler açtı, daha iyi hissetti.
Sinirlenmiyordu, beni hiç olmadığı kadar çok seviyordu ve kilo almaya başladı. 
Ve sonra bir şey fark ettim: Kadın, erkeğinin yansımasıdır.
Eğer erkek kadını deliler gibi seviyorsa, kadın gelecektir.


Bu yazılanları okuduğumda yine aynı kanıya vardım. 

Sevmediğiniz sürece sevilemezsiniz.

Emek vermediğiniz sürece mutlu olamazsınız.
Bu yaşanılanlar belki bütün evliliklerde ya da ilişkilerde olabilen şeyler. 
İnsanın günü gününe uymayabilir. 
Çok yorgun düşebilir. Eskisi gibi neşeli ve mutlu olmayabilir. 
Hemen bunları görünce “Artık evliliğim eskisi gibi değil! 
Karım iyice değişti ve hırçınlaştı. Beni anlamıyor” diye kenara çekilip izlemek yok. 
Karınız neden böyle davranıyor önce onu bir anlamaya 
çalışın.
Gerçekten ona kadınlığını yaşatıyor musunuz?
Her zaman ona destek oluyor musunuz? 
Onu gerçekten seviyor ve hissettiriyor musunuz?
Yoksa çocuklarınızın annesi unvanını verip, bir kenarda hayatını geçirmesini mi izliyorsunuz?
Eğer böyle yapıyorsanız iki mutsuz var hayatınızda.
Karşı tarafı mutlu edemediğiniz sürece sizde mutsuz ve küçük avuntularla tamamlarsınız hayatınızı.
Mutlu olmak hayaliniz olur
Kısaca; Mutluluk size gelmez.
Sizin verdiğiniz emeğe gelir.

Hiç kimse sizi sürekli mutlu etmek zorunda değildir. 
Sizin davranışlarınız o mutluluğu sürdürür ve kalıcı kılar
Haydi! Artık sizde kendiniz için bir şeyler yapın.
Mutluluk hepinizin hakkı. Hakkınıza sahip çıkın.
Brad Pitt, bunu o ego ile yapabiliyorsa, sizin yapamamanız düşünülemez.

Sevgilerimle;
Belgin BAYKAL

    Para ve Hayat
















    “İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı?

    Bu, insana bağlı.” demiş, “Özdemir ASAF”

    Ne de güzel söylemiş!

    Her şeyin para olduğu bu devirde, insanların para için yapamayacakları bir şey kalmadı gibi.

    Dinini, dilini, ırkını, şerefini, namusunu, sevgisini, her şeyini satan insanlar.

    Yine mutluluğu yakalayamıyorlar.

    Gerçek mutluluğu aldıklarında değil, alamadıklarında arıyorlar.

    Sahip olduklarını kendilerinin, yeni alacaklarını ise gelecekteki mutlulukları olarak görüyorlar.
    Şu makama gelirsem! Her şey çok güzel olacak!
    Şu evi alırsam, kredilerimi kapatırsam,
    Şu arabayı değiştirirsem,
    Şu yat,

    Şu kat derken!

    Altından kalkılması güç istekler ve elde var yine mutsuzluk!

    Siz hayatınızı sadece bunlara sahip olursanız yaşabileceğinizi  sanıyorsunuz.

    İşte yanılgı orada başlıyor…

    Hayatın her anı güzel, elinizde olanaklarınız varken değerlendirin.

    İnsanlara bakarken gözlerinizde “Para” ibaresi oluşmasın.

    İnsan olarak bakın, "Bu insanın bana maddi getirisi nedir" diye değil!

    Daha az kazanın, daha çok yaşayın.

    Çok kazanmak adına hayatı kaçırmayın.

    Hırslarınız mutsuzluğunuz olmasın.

    Onlara teslim olmayın.

    Çok lüks yerlerde yemek yemeseniz de olur!

    Önemli olan karnınızı ve ruhunuzu doyurmak değil mi?

    Arabanız az yakan normal bir aile arabası olsun ne çıkar?

    Kime hava atacaksınız?

    Telefonunuz sadece ihtiyacınızı görsün, hiç anlamadığınız bir sürü özellikleri olan telefonu sadece” Alo” demek için almayın.

    Hobiler geliştirin, geç yaşlanmak için sağlığınıza ve 
    bedeninize yatırım yapın.

    Kendisini geliştiren, sorunlarıyla baş edebilen insanlarla görüşün.

    Sizi geriye götüren ve mutsuzluk aşılayan kişilerden kaçın.

    Seçici olun hayatta!

    Her şeyiniz az ve öz olsun, görüştüğünüz insanlar bile.

    Kuru kalabalık sadece sorun getirir onu zenginlik sanmayın.

    Düştüğünüzde, hastalandığınızda yanınızda kaç kişi görebilirsiniz onu belirleyin.

    Gerçek dostlar iyi günde, kötü günde, her anınızda yanınızda 
    bulabildiğinizdir…

    Sizin idare ettikleriniz dostunuz değildir. 

    Arada idare edilen oluyorsanız,  sevinin! 

    Dostluğunuz iyi gidiyor demektir.

    Gelelim sağlığa;

    Bütün gün masa başında çalışan insanlar, bedeninize 
    bir iyilik yapın ve onu biraz sporla yorun.

    Hiç kıpırdamadan sadece ihtiyaç molası vermek adına yapılan 
    hareketlerle bedenin ölümünü gerçekleştiriyorsunuz.

    Sağlığınıza dikkat edin, abur cubur ne varsa midenizi doldurmayın.

    İnancınızı ve dualarınızı eksik etmeyin, en büyük meditasyon 
    içten okunan dualardır.

    Suni olan her şeyden kaçın…

    Kendinize ve duygularınıza sahip çıkın.

    Kimseyi sevmek zorunda değilsiniz! Ama saygı göstermek 
    zorundasınız.

    Kimseyi kandırmayın! Unutmayın ki her mazlumun arkasında 
    onu koruyanı vardır.

    Kendinize önem verin ama başkalarının da önemli olduğunu 
    unutmayın!


    Sevgilerimle,
    Belgin BAYKAL

    Geleceğin Suçlusunu Yetiştirmek!









    Üstün DÖKMEN derki; Geleceğin suçlusunu yetiştirmenin 8 Basit kuralı!

    1-Küçükken daha, çocuğa ne isterse vermeye başla! ki, herkesin onun geçimini sağlamakla mükellef olduğuna inansın…

    2-Fena sözler söylediğinde gül! ki, kendisinin akıllı olduğuna inansın…

    3- Ona düşünmeyi, beynini kullanmayı öğretme sakın! Bırak, on sekizine gelince kendisi karar versin.

    4- Yerde bıraktığı her şeyi kaldır: kitaplarını, giysilerini, pabuçlarını, Onun için her şeyi sen yap! Ki, sorumluluklarını hep başkalarına yüklesin…

    5- Onun önünde sık sık kavga et! Ki, bir gün aile parçalanırsa pek de şaşırmasın…

    6- Ona istediği kadar harçlık vermekten kaçınma!  Asla kendi parasını kazanmanın
    ne demek olduğunu öğrenmesin…

    7- Yiyecekmiş, içecekmiş, konformuş, tüm arzularını yerine getir! Ki, istediklerini her zaman elde etmeye şartlansın…

    8- Komşulara, öğretmenlere, polise, vs. karşı hep onun tarafında ol! Ki, hepsine karşı ön yargılarla davransın…
    Evet, evet, bütün bunları yap! Ki, günün birinde onun başına bir bela gelirse; kendinden özür dile ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığın için kendine de teşekkür etmeyi unutma! 


    Üstün Dökmen’i takip edip de kötü çocuk yetiştirmek mümkün olur mu? Acaba!

    Verdikleri mesajlar o kadar yerinde ve doğru ki, kendimizin hatalarına ayna tuttuğu çok güzel tespitler.

    Ne çok yapıyoruz bu gibi hataları…
    Kusursuz düzen onlar için işliyor adeta…
    Hayatlarımızı sessizce ellerine vermişiz…
    Düşünün ki! En pahalı telefonları çocuklarımıza alıp okula gönderecek kadar gözümüz dönmüş.
    Onların ve bizi buna alet edenlerin esiri olmuşuz.
    Her istediğini yaptırmaya alışmış çocuklarımız, büyüdükleri ve sorumluluk aldıkları zaman nasıl başarılı olabilirler ki?
    Her nefeslerinde, her sorunlarında yanında olan bizler, onlara yalnız yaşamı hiç öğretiyor muyuz acaba!
    Ya da öğrettik mi?
    İyilik yaptığımızı sanırken, en büyük kötülüğü yapıyoruz.
    Hepimizin ölümlü olduğu bir gerçek ve biz ömrümüzü sigorta ettirmişiz gibi görüyoruz.
    Her daim onların yanında olabileceğimizi düşünerek yaşıyoruz ve yaşatıyoruz.
    Çocuklarımıza yokluğumuzda ki yaşamdan bahsetmeliyiz.
    Hayatlarını biz yokken nasıl sürdürebilecekler?
    Bunu öğretmeliyiz!
    Bizim çocukluğumuzu düşününce, aramızda ki farkı görmemek mümkün değil!
    Biz de kıymetliydik, bizim de önemimiz büyüktü ama bu kadar her dediğimizin, her istediğimizin yapıldığı bir dönem değildi.
    Ailemizin kaşıyla, gözüyle yönetildiğimiz dönemlerdi.
    Etimizle, kemiğimizle öğretmenlere teslim edildiğimiz,
    Fazlasıyla eğitime ve eğitimciye saygı duyulan dönemlerdi.
    Ayrı odalarımız, büyük yalnızlıklarımız yoktu.
    Azla yetinmenin ve paylaşmanın zorunlu olduğu, birbirimizi sevip saydığımız kutsal dönemlerdi.
    Bu şartlarda yetişince hayata daha sahip çıktık.
    Her işin altından kalkmayı öğrendik.
    Ailemizden destek almak yerine onlara destek vermeyi tercih ettik.
    Çünkü ister istemez güçlü ve dayanıklı yetiştik.
    Hepimiz çok isteriz, çocuklarımızın en iyi hayatlarda yaşamalarını.
    Ama iyi sandığımız şeyler belki onlar için gerçekten iyi değildir.
    Hazır sunulmuş hayatlar onları mücadelesiz ve heyecansız kılar.
    Onlara bu kötülüğü yapmayalım. Kazanarak başarmanın değerini yaşasınlar.
    Bizler onların gözetmeni olalım, her sorumluluklarını üstlenip onları amaçsız ve dayanıksız bırakmayalım. 

    Sonra başka mutlulukların peşine düşerler ve istemediğimiz şeylerin bağımlıları olurlar. 
    Sevgiyle Kalın...

    Belgin BAYKAL

    Bazen Aptal Olmak Gerek!












    İnsanlar beyinlerinin çok çalışmasından şikayetçi, son günlerde en çok duyduğum cümle.
    “Keşke biraz aptal olsaydım, başka bir şey istemezdim” 
    “Her şeyin farkında olmak beni çok yoruyor”.
    Burada amaç farklı, ne kadar zeki olduğunu belirtmek istiyor.
    Zeka ve akıl neye göredir?
    Kimin ölçülerine göre zeki ya da akıllısınız.
    Yoruluyorsanız aptal olun…
    Her şeye, “ben biliyorum, ben seni anladım diye” atlamayın.
    Refleks haline getirdiğiniz çıkışlar sizi yorar.
    İnsanlar bir şey yaparken sizi aptal olarak düşünmüyor.
    Onlar normal akışında davranıyor.
    Siz de aynı şeyi onlara yapıyorsunuz.
    Karşılıklı yapılan bir alışveriş bu.
    Bazen sadece işimiz düşünce birilerini ararız ya da görüşürüz.
    Bunu karşı taraf bilir, bunu siz de bilirsiniz, ama gerekeni yaparsınız. 

    İletişim kurma şeklimiz budur.
    Birisinin yalanlarını dinlediğinizde çok inanmayabilirsiniz.
    Yüzüne vurduğunuz her şey size daha büyük bir yalanla geri döner. 

    Hem siz üzülürsünüz hem de karşı taraf.


    “Hayatta başarılı olmak için akılsız görünmeli, ama akıllı olmalıyız.”

    Charles De Montesguieu’nun konu ile ilgili güzel bir sözü olayı yeterince açıklıyor öyle değil mi?
    Aklınız ve zekanız sizi vezir de eder, rezil de.
    Nasıl kullanacağınıza bağlı…
    "Ne akıllıyım" diye her şeyi anlayıp tepki gösterin ne de “Aptal” görünüp karşı tarafa “O anlamaz” imajını verin.

    Aklınız, yaptığınız işlerle kendini gösterir. Sizin kendinizi akıllı bulmanızla değil.

    Siz anladınız ne demek istediğimi;) 
    Sevgiyle kalın…
    Belgin BAYKAL

    Birisini Eleştirmeden Önce!








    “İnsanın insana yaptığını kimse yapmaz” derler ya!

    Yapar! En büyüğünü insan kendine yapar.

    Başımıza gelen her olayda, başkalarını suçlarız ya,

    Aslında yanlışımız burada başlar.

    Seçimlerimiz ve kendimize sunduğumuz yaşamlar bizim hak ettiklerimizdir.

    Doğru bildiğimiz birçok şeyin gerçek doğrular olup olmadığını sorgulamamız bizi karıştırır.

    Kendimizden emin olamamaktan duyduğumuz endişeyi, başkalarıyla paylaşırız.

    İşte gerçek durum böyle başlar.

    Kızılderili atasözüdür, “Birini yargılamadan önce onun ayakkabılarını giyip yürümen gerekir”

    Karşı tarafın durumunu ve ne yaşadıklarını bilmeden eleştirmek, sizi iyi insan özelliğinden uzaklaştırır.


    Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış…
    Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş…
    Ona Ranga Guru derlermiş…

    Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini 
    tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru’ya götürmüş
    ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş...

    Ranga Guru ise;

    “Sen artık ressam sayılırsın Raciçi...
    Artık senin resmini halk değerlendirecek” diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş.
    Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.
    Raciçi denileni yapmış…
    Birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor…
    Çok üzülmüş tabii.
    Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki…
    Alıp resmi götürmüş Ranga Guru’ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş.

    Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş.
    Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru’ya götürmüş.

    Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş 
    Ranga Guru…
    Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte…
    Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.

    Raciçi denileni yapmış…

    Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış…
    Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış..

    Ranga Guru ise;

    -Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün.

    Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı…

    Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin…
    Yapıcı olmak eğitim gerektirir…
    Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi…
    -Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.

    Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın…
    Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur.

    “Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma…”


    Sizi tanımayan, ne yaşadığımızı bilmeyen insanlarla fikir alışverişi yapmayın.

    Yaptığınız işten emin olun ve doğru yapın.

    Tereddütlerinizi sizin gibi yaşadıklarına ve yorumlarına güvendiğiniz insanlarla paylaşın.

    Hatalarımız bizim çabalarımızı gösterir. 
    Hiç hata yapmayan insan, yaşamayan insandır.
    Başkalarına sizi eleştirme hakkını vermeyin.
    Sizin yaşamınız ve sizin hatalarınız.
    Her şeyinizle birlikte hayatınıza sahip çıkın.
    Önce kendiniz verin cezanızı sonra ödül de sizden olsun.
    Ne onları siz eleştirin ne de onlara sizi üzme fırsatı verin.

    Maalesef ki; insanoğlu yükselen ve takdir edilen insanı fazla sevmez.
    Her zaman onların düşme gününü bekler. Kimseye hatalarınızın sevincini yaşatmayın.

    Sevgilerimle…
    Belgin BAYKAL

    Çocuklarımız Ne durumda?








    Afrika’da çalışan bir Antropolog, bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir.

    Ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü meyveleri yemek olacaktır.

    Onlara “Hadi, şimdi başlayın birinci olan ödülü alacak” der. 

    O anda bütün çocuklar el ele tutuşur, koşup ağacın altına beraber varırlar ve meyveleri yemeye başlarlar.
    Antropolog, neden böyle yaptıklarını sorduğunda, şu yanıtı verirler; Bu UBUNTU’ dur.
    Nasıl olur da diğerleri mutsuz iken birimiz o ödülü yiyebilir?

    UBUNTU’nun anlamı çocukların dilinde “Ben, biz  olduğumuz için Ben’im” demekmiş.


    Bir Afrika kabilesini düşündüğümüz zaman, medeniyetten ve paylaşımdan çok uzak görürüz. Oldukça doğal bir ortamda verdikleri yaşam mücadelesinde, içlerinden gelen bu duygu 
    okuduğumda beni çok şaşırttı.
    Kendi olanaklarımız ile büyüttüğümüz çocuklara verdiğimiz eğitimi düşününce utanmamak elde değil. 
    Siz doğru şeyler öğretseniz bile bunları bozacak o kadar çok ebeveyn var ki…

    Ama o kabilede düşünün ki, herkes aynı düşünce şekliyle yetiştirilmiş.
    Çocuklarımızı kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen, rahatlarına düşkün bireyler olarak yetiştiriyoruz.
    Onlara o kadar çok değer veriyoruz ki, kendi değerimizi unutuyoruz.
    Ne isterlerse yapmaya çalışıyoruz, onların mutluluğu, bizim 
    mutluluğumuzdan çok önemli bir hal almış durumda.
    Kendi psikolojimizi bozacak kadar onlarınkini düzeltmeye çalışıyoruz.
    Bütün hayatımız onların istekleri ve yetiştirilmesi üzerinde dönerken, sonra sorgulama bölümüne geçiyoruz.
    Acaba! Doğru mu yapıyoruz?
    Biz istiyoruz ki ne veriyorsak kıymet bilinsin, bize öyle dönsün!
    Biz hayatımızı gönüllü olarak onlara sunuyoruz.
    Birçok şeyden vazgeçiyoruz.
    Ama bunları biz istediğimiz için yapıyoruz.
    Onlar durumu böyle görüyor.
    İleride yaptıklarınızı saydığınız zaman, şunları duymaya hazır
    olun.
    -Biz mi istedik?
    -Keşke, benim için yapmasaydınız!
    -Keşke hayatınızı yaşasaydınız!
    “Kendi idealleriniz ve istekleriniz için yaptınız, şimdi neyin yüzleşmesi” diyecekler.
    Maalesef! Doğruyu söylemiş olacaklar.
    Ders aldırıyorsak, birincilik bekleriz.
    Spor yaptırıyorsak, madalya bekleriz.
    Sevdiği yemekleri yaparsak, övgü bekleriz.
    Kısaca, verdiğimiz her şeyin karşılığını bekleriz.

    Ben beklemiyorum diyen yalan söyler.
    Beklenti her zaman vardır, sadece dozajı kişiye göre değişir.
    Aileler, çocuklarını sadece eğitim ve iyi bir meslek sahibi olması için yetiştiriyor adeta. 

    Bırakın paylaşmayı öğretmeyi, bir de içine iyice hırs dopingi gönderiyor.
    Ahmet, 100 almış, Ayşe 90.
    Senin neyin eksik de 80 aldın durumundalar.
    Ben söyleyeyim; çocuklukları eksik, sosyalleşmeleri eksik, insan ilişkileri eksik.
    “Sen yeter ki çalış! Ben, sana ne istersen alırım” sözü veren aileler olduk.
    Yani, rüşvetçi çocuklar yetiştiriyoruz.
    Sonra bu çocuklarımızdan ileride paylaşımcı, düşünceli, sosyal, sevgi ve saygıyı bilen, iyi eş, iyi kardeş, iyi evlat, şeklinde bir sürü misyon bekliyoruz.
    Bu beklediklerimiz bize dönerse şanslıyız.
    Çocuğun gerçekten içinde güzel şeyler varmış.
    Çünkü bizim yetiştirme tarzımızla bunlar olmaz.
    Olsa da zoraki olur. İstemeden, içinden gelmeden yapar.
    Bilmemiz gereken tek şey var. Önce kendi mutluluğunuz.
    Siz mutlu olmayı öğrenirseniz, aileniz de mutlu bir aile olur. 
    Siz ne yansıtırsanız onu yaşarsınız
    Çocuğunuza verebileceğiniz en güzel armağan, “Mutluluk 
    ve paylaşımcı ruh” sahibi olmayı öğretmeniz.
    Biz, Metropol bir şehirde yaşıyoruz ve Afrika kabilesinden 
    çok daha farklı olmamız gerekirken, onlardan ders alacak 
    haldeyiz.
    Çocuklarınızı yetiştirirken;
    Kendiniz nasıl yetiştirilmek isterdiniz?
    Ebeveynleriniz nasıl olmalıydı? Diye, düşünün!

    Afrika kabilesinde UBUNTU, Bizde AVUNTU… 
    Sevgiyle Kalın,
    Belgin BAYKAL

    Konuşmamız Gerek

      Kendime bir hedef koymuştum. 3 tane kitap yazıp zirvede bırakacağım diye.) Aynen de verdiğim sözü tuttum. Yeni bir kitapla tekrar karşınız...