8 Mayıs 2012 Salı

Mevki Sizi de Değiştir mi?












Mevki Sizi de Değiştirir mi?

Uzun zamandır bir yerlere gelmenin hayalini kuruyorsunuz.
Sağa sola bakınıyor, 

“Acaba bana faydası dokunacak bir yakınım var mı?” diye düşünüyorsunuz.

Ama o çok arzuladığınız mevkiye gelmek için 

ne kadar hak ettiğiniz ya da ne kadar altından kalkabileceğiniz 

artık pek de önemli değil.

Çünkü artık tek hedef var:
Yükselmek. Mevki sahibi olmak.

İşte tam burada başlar dönüşüm…
Eskiden eleştirdiğiniz yöneticilerden bile beter olmaya aday olabilirsiniz.

“Boş başak dik durur, dolu başak eğilir.”
Bu söz boşuna söylenmemiştir.

İçi boş insanlar, çabuk havalanır.

Kendini doldurmuş, yetiştirmiş, gerçekten işin hakkını veren insan 

ise tevazu sahibidir.

Çünkü kendini “ispat etmeye” ihtiyacı yoktur.
O zaten kendinden emindir.


“Bir insanı tanımak istiyorsan, ona mevki ver.”

Ne kadar doğru bir söz…
İş ve sorumluluk artar, bu doğaldır.
Zaman daralır, bu da anlaşılır.
Ama bu bahaneler insanlığınızı gölgelememeli.

Gerçekten hak ederek, alın teriyle geldiğiniz bir mevki…
Keyif verir.
Çünkü orada oluşunuz hazımsızlık yaratmaz.
Bildiklerinizi, yeteneklerinizi uyguladığınız bir yerde olmak

 sizi de rahat ettirir, etrafınızı da.


Unutmayın:
Mevkiler geçicidir.
Kimseye kalmadı, size de kalmayacak.

Günün birinde siz de o koltuğu bir başkasına bırakacaksınız.
Arkanızda kalıcı işler,
ve sizi güzel hatırlayan insanlar bırakmak…
işte asıl başarı budur.

Mevkinizi insanların gözüne sokmayın.
Selamınızı, samimiyetinizi yitirmeyin.
İki günde yürüyüşünüz değişmesin.


Akıllı insan, kazandığı paranın bir kısmını; aldığı nasihatin ise çoğunu kenara koyar.

Seçim sizin. 😉


Sevgilerimle,

Belgin Baykal

Uzaktan Kumanda Annelik!










Uzaktan Kumanda Annelik!

İşimiz, eşimiz, yaşımız derken bir gün çocuk sahibi olmaya karar veririz.
Aile ve çevremiz de boş durmaz:
Gerek bilimsel, gerek doğrudan sorgulamalarla bizi bu yola iter.

Kadın hamile kaldığında ise mesaj artık netleşmiştir:

“Evet, bizde sorun yok! Üreyebiliyoruz!”

Herkes derin bir “Oh!” çeker.
"Tamamdır, bunları da hallettik. Sıradaki gelsin."

İlk çocuk dünyaya gelir. Aile büyük bir çabayla onu büyütürken,
çevre ve akrabalar hemen yeni bir baskıya geçer:

“Eee, ikinci ne zaman geliyor?”
“Aman kardeşsiz kalmasın!”

Kadın o sırada “başım dönüyor” ya da “midem bulanıyor” dese,
herkes bir anda jinekoloğa dönüşür:

“Ay sen hamilesin! Hadi hayırlısı!”

İkinci çocuk doğana kadar bu baskılar bitmez.
(Ben bile zamanında vazgeçmemişimdir...)


Çalışan annenin çocuğu olmak hem güzel hem zordur.
O çocuklar, uzaktan kumandayla büyür.

Sürekli telefonlar açılır:

  • Yemeğini yedi mi?

  • Ateşi düştü mü?

  • Kaç saat uyudu?

Anne ise günün yarısını evde, diğer yarısını işte geçirir.
Ama sorumluluğun tamamı annededir.


Baba?
O biraz daha rahattır.
Çünkü ona “sorumluluk” verilmemiştir.
Ama sonra da suçlanır:

“Bu çocukla biraz da sen ilgilen!”
“Baba olarak otur da bir şey öğret!”
“Ben bu çocuğu babamın evinden mi getirdim?”
“Al biraz dolaştır da nefes alsın!”

Ve baba...
Ne yapacağını bilmez.
Ama bildiği bir şey vardır:
Yakınlarda oturan annesi varsa çocuğu alır ve ona götürür.
Böylece hem annesi torununu görür, hem de kendisi rahat rahat televizyonunu izler.


Erkekler, bir çocukla saatlerce vakit geçirecek kadar sabırlı değildir.
Oyun oynarken bile yenilmeyi göze alamazlar.
(Tüm babalar değil tabii... İstisnalar kaideyi bozmuyor.)

Bazı babalar gerçekten annenin görevini üstlenir.
Her şeyi araştırır, takip eder:

  • Ne yedi?

  • Hangi besin faydalı?

  • Hangi zeka oyunları iyi?

Ama genelde...
Anne ilk çocuğunu doğurduğu gün, aslında iki çocuğu olur.
Çünkü evin erkeği de hâlâ ilgilenilmek ister.
Ve bu da aile içindeki ilk çatışmaların tohumudur.


Bu sırada, bir kişi daha devreye girer: Kayınvalide.

“Gelin çocuğuyla ilgileniyor, oğlum yine bana kaldı!”
“Kimse benim oğlumla ilgilenmiyor!”
“Ben sana bakarım yavrum...”

Evin reisi, yine “annesiyle mutlu çocuk” haline döner.
Yeni anne ise bu süreçte neye alışması gerektiğini anlamakta zorlanır:
Bebeğine mi, değişen ilişkilere mi?


O kaotik dönem geçer, anne işe dönmek zorunda kalır.
İyi bir bakıcı aranır, bulunur.
Ve çocuk en fazla zamanını onunla geçirir.

Böylece çocuk, evin kültürünü değil;
bakıcının konuşmasını, müzik zevkini, televizyon programlarını öğrenir.

Aileler, bu etkiye ayak uydurmak zorunda kalır.
Çocuk yetiştirme konusunda herkesin fikri vardır.
Ve herkesin yaptığı doğrudur(!)

Ama…
Asıl doğru nedir?

  • Meslek açısından mı?

  • Aile yapısı açısından mı?

  • İnsanlık açısından mı?

Bu üçü aynı kişide toplanırsa, işte o zaman gerçekten 

iyi bir evlat yetişmiş demektir.

Çocuk, hayat boyu bitmeyen bir sorumluluktur.

İhmale gelmez…

Sevgilerimle,

Belgin Baykal

Doğru Kadın! Doğru Adam!



Doğru Kadın! Doğru Adam!


Binbir hayal ve umutla kurulur yuvalar.
Doğru kadın, doğru adam bir araya gelir.
İkisi de kendisinin “doğru” olduğuna inanır.

Ve sonra başlar doğrulukların tartışması...


Zig Ziglar, “Hayat Boyu Flört” adlı kitabında şöyle bir anısını anlatır:

Bir uçak yolculuğunda, yanımdaki adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark ettim.
Yorum yapmadan edemedim:
“Bayım, alyansınızı yanlış elinize takmışsınız.”
Adam gülümsedi:
“Yanlış kadınla evlendim de ondan.”

Ziglar bu anekdotun ardından şöyle der:

“Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız,
doğru insanla evlenmiş olursunuz.
Ama doğru bir insanla evlenip ona yanlış davranırsanız,
yanlış bir evliliğe dönüşür.”

Ve en önemli cümle:
“Doğru insan olmak, doğru insanı bulmaktan daha önemlidir.”


Gerçekten de doğruluk ve yanlışlık, çoğu zaman bakış açısında gizlidir.
Kime nasıl baktığınız, sizin yaşam tarzınızla, geçmişinizle ilgilidir.

Bir şeyi “en iyisi” diye yaparsınız,
ama karşı taraf bunu “yapılması gereken” olarak görür.
Yani niyetle sonuç her zaman aynı hissi yaratmaz.

Ve sonra kendinizi başkalarıyla kıyaslamaya başlarsınız:
Hiç çaba göstermeden mutlu görünen insanlar…
Sürekli takdir gören ama çaba harcamayan eşler…

Bu da sizi sorgulatır:
“Yapanla yapmayan bir mi?”
“Ben neyi eksik yapıyorum?”

Bazen sadece küçük bir övgü beklersiniz.
O kelimeler gelmeyince mutsuzluk başlar.
İki taraf da birbirini mutlu edemez hale gelir.

Bu tür bir ilişki, zamanla tükenmeye mahkûm olur.
Ve o meşhur cümle gelir:

“Nasıl bu noktaya geldik?”

Oysa şaşılacak bir şey yoktur.
İlişkinin içinde zamanla azalan özenin sonucudur bu.


Unutmayın:
Değer verdiğiniz kadar değer görürsünüz.
Kimse sizi idare etmek ya da anlamak zorunda değil.
Ve en önemlisi:

Hz. Mevlâna der ki: “Ne arıyorsan, kendinde ara.”

Her şey bizde saklıdır.
Nasıl bakıyorsak, öyle görürüz.

Kadının Adı Var mı?







Kadının hayatı, yaşadığı yer ve yetiştiriliş şekliyle başlar.
Kırsal alanlarda ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlar,
erkekler tarafından daha çok ezilir, daha çok baskıya maruz kalır.

Gidecek yeri olmayan kadın,
üzerine getirilen kumaya bile razı olur.
Karşı koysa…
Aç, sefil sokakta kalacağını bilir.
Ailesine dönemez, çünkü onlar da daha baştan 

“Beyaz gelinlikle gidersen, kefeninle dönersin” demiştir.

Yine de başkaldıran kadının hikâyesi, ayrı bir trajedidir.
Erkeğini terk eden kadın, toplumun gözünde yok sayılır.
Daha fazla sabretmesi, görmezden gelmesi beklenir.
Önce ailesi, sonra yaşadığı mahalle, ardından çalıştığı yer...
Kadının hayatı baştan sona bir mücadeledir.

Yalnız kalan kadın, erkekler için bir “hedef” olur.
Ne kadar namuslu olursa olsun, mutlaka sınanır.
“Acaba bugün kararını değiştirmiş midir, teklifimi kabul eder mi?” diyenler çıkar.
Ve nedense en büyük “duyarlılığı” evli erkekler gösterir:

Türk erkeği, yalnız kadınlara karşı çok nazik ve vefalıdır(!)
Kendi eşine göstermediği nezaketi, ayrılmış kadına gösterir.
Çok merhametlidir, çok yardımseverdir(!)

İşte bu erkeklerle baş etmek, yalnızlığı seçmiş kadınlar için hiç kolay olmamıştır.
Kadın olmanın bedeli her zaman ağır olmuştur.

Şimdi soralım:
Bir erkeğin üzerine başka bir erkek getirilseydi…
O ne hissederdi?
Aklına gelir miydi bir kadına neler yaşattığı?

Ama zaman döndü.
Günümüz kadınları geçmişin hesabını sormasa da,
her alanda adını duyurmayı başardı.

Ekonomik gücünü kazanan onurlu kadınlar,
mücadele ederken aynı zamanda kimliklerini de geri aldılar.
Ve erkekler, bundan rahatsız oldu.
Çünkü ilahi adalet, yerini sessizce buldu.

Kadın artık;
Ezilen değil,
Hor görülen değil,
Kadın gibi var.
İstediğini bilen, mücadele eden, toplumda yer edinen bir birey.

Hatta öyle ki;
Artık bazı erkekler, kadınların tacizinden şikâyet eder oldu.

Yine de…
Her ne kadar “Kadının adı var” desek de,
o hâlâ erkeğin özgürlüğüne aday olamıyor.
Yine yargılanıyor.
Yine suçlanıyor.
Yine farklı tutuluyor.
Çünkü kadın, önce “anne” olarak görülüyor ve hep başka bir yere konuyor.


Kısaca; kadının hâlâ adı yok.
Ve bu böyle giderse, uzun bir süre de olmayacak…


Sevgilerimle,

Belgin Baykal


Yaşlılıkta Yalnız mıyız? Yoksa!









Yaşlılıkta Yalnız mıyız? Yoksa!

Hayat gelip geçiyor derken, biz de geçen zaman içinde yavaşça yerimizi alırız.
İyilikler, kötülükler bizimle beraber yolculuk eder.
Herkesin amacı, hayata kattığı anlam farklıdır.

Kimimiz idare eden oluruz,
Kimimiz idare edilen…
Kimimizin yükü ağırdır, taşıyamaz.
Kimimiz, taşıdığı yükün farkında bile değildir.
Bazılarımızda ise yaşananlar büyük izler bırakır…
Ve içten içe bir bedel arar.

Kimi, ödediği bedelleri hayatın doğal parçası görür; anlam yüklemez.
Ama kimisi, kötü düşüncelerle bir ömür tüketir.
Ne yaşadıklarını ne yaşattıklarını unutabilir.
Kin ve öfke, hayatına yapışır.
Ne geçmişten kopabilir, ne bugünden mutlu olabilir.
Geleceğe dair umutlarla kendini avutmaya çalışır.
Ama içten içe hep bir suçlu arar.
Affetmez; ne kendini, ne başkasını.
Hep anlaşılamadığını, aldatıldığını düşünür.
Hiç kendine dönüp bakmaz, yüzleşmez yaşadıklarıyla.
Haklıdır; her zaman.
Kendi adaletini kurar.
Acı çeker, kahrolur…
Ve herkes ona göre suçludur.

Oysa hayatı kolaylaştırmak istiyorsak,
sevgiyle paylaşmayı öğrenmeliyiz.
İnsanları dinlemeli, anlamaya çalışmalıyız.
Çünkü bir gün hiç ummadığınız birinin bir tas çorbasına ihtiyacınız olabilir.

Unutmayın:
Geleceğe sadece maddi yatırım yapılmaz, dostluklar da bir yatırımdır.
Sohbetler, hayatın iksiridir.
Aranmak, sorulmak, merak edilmek…
İşte yaşlılığın en çok ihtiyaç duyduğu şeylerdir.

“Benim kimseye ihtiyacım yok.”
Eğer bunu söylüyorsanız, muhtemelen gerçekten çok kişiye ihtiyacınız vardır.

Kendinizi tanıyın.
Ve hayatınızı ona göre düzenleyin.
Yoksa sorunlarınız, başkaları için de taşınmaz yüklere dönüşebilir.

Ruhunuz da bedeniniz de hafif olsun.
Yaşlılığınızda bilgelikle, yapıcı ve yol gösterici biri olun.

Çünkü yaşlılık,
geçmişin muhasebesinin yapıldığı,
birikimlerin yeni nesillere aktarıldığı,
hoşgörünün zirveye ulaştığı…
ve anılarla yaşanan güzel bir dönem olabilir.

Ama sadece yalnızsanız değil,
yalnız kalmayı seçerseniz zordur.

Gelecekteki günlerin keyfini çıkarmak istiyorsanız;
sağlığınıza, ruhunuza ve ekonomik durumunuza yatırım yapın.

Ve o zaman…
Her şey kendiliğinden güzel olacak.
İsterseniz biraz şımarın da…
Çünkü çocuk gibi bakılacağınız günler sizi bekliyor 😊

Yolunuz Açık Olsun!




“Hepimiz bir yolda yürüyoruz, bazen ayrı bazen birlikte…”

 


Ne Güzel Bir Cümledir: “Yolun Açık Olsun”

Hayatta neye el attıysanız, engelsiz olsun.
Sizi kısıtlayan hiçbir şey olmasın…
Allah hep sizin yanınızda olsun…

Ama bazen bu dilekler yetmez yollarımızı açmaya.
Çünkü çoğu zaman, yollarımızı kendimiz kapatırız.
Ya da göz göre göre kapalı yolları seçeriz.

Ölçüp biçmeden atlarız...
Sonra da bocalarız.
Sanırız ki yollarımız kapanmış.
Oysa çoğu zaman, seçimlerimiz kapatır o yolları.

Acı çekeriz, bedel öderiz.
Defalarca aynı yanlışları yaparak ilerlediğimizi sanırız.
Her seferinde “Bu kez olgunlaştım,” deriz.

Ama sonra yine…
Kısmetsizlik,
Nazar,
Şanssızlık
diyerek başkasını suçlarız.

Oysa unuturuz…
Hayatımızın her alanındaki yolları biz seçeriz.
Korktuğumuz yollar bazen açık olur.
Kapalı sandıklarımız, aslında sadece bize açıktır.
Yanılgı da burada başlar işte.
Ne iyi ne kötü olduğunu yaşayarak öğreniriz.

Bazen kötü bir deneyim,
bazen de iyi bir geleceğin kapısı olur.
Her yol bir şey öğretir.

Ve bazen…
Bu cümleyi gönüllü olarak kullanırız:
Yakınlarımızı, sevdiklerimizi göndeririz uzaklara.
İçimiz buruk, boynumuz bükük...
Ama yutkunarak deriz ki:

“Yolun açık olsun.”

Yüreğimiz başka, dilimiz başka söyler aslında.

Hayat bize her defasında değişik yollar sunar.
Biz yine deneriz.
Bazen bilerek, bazen umarsızca…

Ve seçtiğimiz bu yollarda,
kendimize, sevdiklerimize, hayatın tüm yolcularına tek dileğimiz:

“Hepimizin yolu açık olsun.”


Sevgilerimle 

Belgin Baykal 

Tanımazsın Beni!




“Ortaya karışık sipariş gibidir benliğimiz.”


Herkes birbirini tanıdığını sanır.
Oysa kimse kimseyi tam anlamıyla tanımaz.
Çünkü her olay karşısında insanların tepkileri ve kararları değişkendir.
Bir gün sakin kalan biri, başka bir gün ortalığı yakıp yıkabilir.

Alphonse Karr’a göre:

"Herkesin üç kişiliği vardır:
Ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı."

Ne kadar da doğru…
Biz ise çoğu zaman bu üç kişiliği tek bir kalıba sığdırırız.
İnsanları ya tamamen överiz ya da bir hatalarıyla tüm değerlerini sileriz.
Herkesi kendimiz gibi sanırız.
Umutlarımız, beklentilerimiz hep bu yönde olur.

Sevilmek isteriz.
Övülmek, saygı görmek, hatta idare edilmek...
Ama aynılarını vermek konusunda pek de hevesli olmayız.

Çünkü çoğumuz kendimizi bile tanımayız.
Başkalarına anlam yüklemekten, öz eleştiri yapmayı unuturuz.
Ve her zaman karşı tarafı suçlamak kolayımıza gelir.


🪷 Hint Felsefesine Göre:

1. Karşına çıkan herkes, doğru kişidir.
Hayatımıza giren hiç kimse tesadüf değildir.
Ya bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.

2. Yaşanmış olan her şey, yalnızca yaşanabilecek olandır.
“Şöyle olsaydı böyle olurdu” gibi cümleler sadece hayal kırıklığı üretir.
Olan, olması gerekendi.
Yaşandıysa, yaşanması gerektiği içindi.

3. Her başlangıç, doğru zamanda olur.
Ne erken başlar hayat, ne de geç.
Hazırsan, o da hazırdır.

4. Bitmiş olan, bitmiştir.
Hayatımızda sona eren her şey gelişimimize hizmet eder.
Serbest bırak, gitmesine izin ver ve öğrendiğinle yola devam et.

Her şeyin bir nedeni varsa,
bazen sadece akışa uyum sağlamak gerekir.


Peki, Ne Kadar Kendinizsiniz?

Benliğimiz, ortaya karışık bir sipariş gibi…
Her gün yeni kararlarla, değişen ruh halleriyle başlarız güne.
Ne çok yapılacak, ne çok yapılmış şey vardır.
Ama neye göre yaparız bunları?
Gerçekten kendi isteklerimize göre mi?
Yoksa toplumun, çevrenin şekillendirdiği halimizle mi?

Bir gün kendi doğrularımıza inanırız…
Ertesi gün bir başkasının bakış açısı bizi bambaşka bir yöne savurabilir.
Ruhumuzdaki değişimler peşi sıra gelir.
Arada bir kendimiz gibi olmaya çalışırız…
Ama sonra o hâlin yanlış olduğunu sanıp yeni kararlar alırız.

Roller değişir.
Bazen sıcak, ılımlı, umutlu…
Bazen mesafeli, soğuk, karamsar oluruz.

Neyin iyi geldiğine bir türlü karar veremeyiz.
“Mutluyum, her şeyim var” deriz ama o anda bile eksiklerimizi sayarız.

Sevilmek, değer görmek hoşumuza gider.
Ama başkalarına gösterirken bundan cimrilik ederiz.
Övgüleri memnuniyetle alırız,
ama eleştiriler geldi mi büyük tepkiler veririz.

Gerçekler bizi rahatsız eder.
İyi şeyleri hızla kabulleniriz;
ama kötülükte hemen isyan ederiz.

Hep “mükemmel” olmak isteriz.
Ama o kelimenin taşıdığı ağırlığın farkında bile olmayız.

Şeyh Sadi Şirazi der ki:

“Olgun bir adamı dost edinmek isterseniz, onu eleştirin;
Basit bir adamı dost edinmek isterseniz, onu methedin.”

Kendisini geliştirmek isteyen insan, eleştiriye açıktır.
Gerçeklerden rahatsız olmaz.
Ama “Ben oldum” diyen biri, artık gelişemez.

Ve unutma…
Öz eleştiriyi önce kendin yap.
Bu hakkı herkese verme.
Kendi kimliğinle, öz benliğinle yaşa.
Ve hayatla barış içinde kal.

Sevgilerimle,

Belgin Baykal

Ezik Demeyin Kimseye

Toplumun sessiz kahramanlarıdır onlar. Kendini öne atmayan, ama her şeyin farkında olan insanlar. Onlara ezik derler, çünkü bağırmazlar. Çün...