30 Temmuz 2013 Salı

Bir hayat! Bir insan!








Güvenlik memuru pırıl pırıl bir insan, adı Ahmet!
Gözleri yemyeşil ve ışıl ışıl. Hayata gülerek bakıyor inadına.
Sabaha kadar çalışmış ve 24 saati tamamlamıştı.
Yorgun, bitik ama yine ışıldayan gözleriyle selamladı beni.
Hatırını sordum!
Gülümseyerek; “Çok yorgunum abla, gece gidemedim çok iş 
vardı burada” dedi.
“Gel büroya hadi! Güzel bir çay yapayım sana” dedim.
Çok mutlu oldu.
Ayakta çayını yudumlarken saygıdan oturmuyordu.
“Otursana Ahmet” dedim.
“Rahatsızlık vermek istemiyorum abla” dedi.
“Öyle çay mı içilir, otur şöyle yorgunluğun çıksın” dedim.
Çekine çekine oturdu. Hala yüzünde gülümseme, mahcubiyet ve o insan tutumu vardı.
Başladım sohbete…
-Bu paraya bu iş çok ağır değil mi?
-Yok abla! Allaha çok şükür yetiyor bana.
Uzun zamandır aldığı paraya şükreden bir insan duymamıştım.
Şaşkınlığımla birlikte Ahmet’i dinlemeye devam ediyordum.
“İki kızım var, biri altı yaşında, biri üç yaşında” dedi.
-Kızımı okula vermedim bu sene. Biraz daha evde oynasın istedim.
Daha çok küçük kıyamadım okul yollarında dedi.
Çekingen mi kızın? diye sordum.
“Evet abla çok kırılgan, bir laf söylediğimiz zaman hemen ağlıyor” dedi.
-Neden öyle? dedim.
“Biz eşimle altı ay ayrı kaldık. Ayrılmak istedi benden ama ben kızımdan ayrılamadım" dedi.
Ona ben baktım. O zaman küçüktü bezi maması her şeyiyle 
ben ilgilendim” dedi.
Dedim helal sana Ahmet! O zor şartlarında ne yürek varmış sende.
Kaç erkek senin bu yaptığını yapar dedim. Karısından ayrılan 
erkeğin yüzde ellisi neredeyse çocuğundan da ayrılır. 
Anneye bırakır ve onu da büyük bir lütuf olarak yapar.
Aslında kendi rahatı için yaptığı şey adına minnettarlık da duyulmasını ister.
-Yok! abla dedi. Olur mu?
O benim kanım canım. Karımı görmesem olur ama kızlarım her şeyim dedi.
Gözlerim doldu Ahmet’in yüreğindeki o evlat sevgisine.
Peki! şimdi ne oldu dedim?
-Allah razı olsun araya girenler sayesinde eşimle aram düzeldi. Şimdi çok iyiyiz dedi.
-Çok sevindim gerçekten! Hayatla mücadelende ne kadar 
başarılısın. Hayat okulunu en iyi dereceyle bitiriyorsun dedim.
-Sağ ol abla! Ben bir de ilkokul mezunuyum ancak bu kadar elimden geliyor dedi.
Sonra devam etti, gittikçe heyecanı ve ifadeleri artmıştı.

“Abla ben huzursuzluğu hiç sevmem. Onun için de buna çalışırım. 
Eşimden hiçbir şey gizlemem, her şeyimi o bilir. 
Başkasından duyacağına benden duysun.
Öyle yalanım dolanım yoktur.
Başlarda hatalarım oldu, arkadaşlarımla daha çok zaman 
geçiriyordum, eşim ondan kızdı benden ayrılmak istedi.
Sonra gerçekleri gördüm. İnsanın ailesi çok önemliymiş.
Şimdi her şey yolunda, bizde kardeşlik, aile çok önemlidir. 
Ben aileme danışmadan hiçbir iş yapmam.
Çünkü onlar görmüş geçirmiş insanlar. Benden daha iyi 
bilirler her şeyi.
Kardeşimin borcu vardı, kredi çektim onu ödedim.”
-Peki! Kardeşin de yapar mı senin için her şeyi?
-Yapmaz mı abla, birlik beraberlik nasıl yürür yoksa!
Ahmet’in yüzüne uzun uzun bakarak daldığımı hissettim. 
Sıradan görülen insanlardan alacağımız ne çok dersler vardı. 
Herkes hayatın akışında bir şeylerin peşinde koştururken 
neleri ihmal ediyordu. Nerelerde hata yapıyorlardı. 
Başarısızlıkların sebebi neydi?
İnsanın hayatındaki değerler ve önem derecesi işte 
Ahmet’in yalın, sade hikayesinde gizliydi.

Doğruluk, Yetinmek ve Sadakat…


Sevgilerimle,
Belgin BAYKAL

Kartallar Yüksek Uçar!











    Kartal, kuş türlerinin içinde en uzun yaşayanlardandır.
    70 yıl kadar yaşayanları vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için 40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek zorundadırlar. Kartalın yaşı 40’a vardığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz hale gelir. 

    Gagası uzar ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır.
    Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır. Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. 

    Dolayısıyla kartal burada iki seçimden birini yapmak zorundadır:
    - Ya ölümü seçecektir
    - Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.
    Yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürer.
    Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde, yuvasında kalır.
    Uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer.

     Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. 

    Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır. 

    Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.

    Ben bu hikayeyi okumadan önce, kartalı doğuştan mirasyedi gibi güçlü bir kuş olarak bilirdim.

    Bir kartalın, kartal olana kadar geçirdiği sürecin ne kadar fedakârlık ve zorluklarla dolu olduğunu görünce ona daha çok saygı duydum.
    Bizde hep bir şey olmadan “Ben oldum” egosu vardır.

    Hiçbir çaba ve emek harcamadan hemen “Kartal” olunur.
    Kartal gibi gezilir ortalarda. Bakışlar en yükseklerden atılır, kartal seviyesinde yani!
    Ama baktığın zaman bir kartaldaki yüreği göremezsin, çabayı göremezsin, çalışkanlığını
    göremezsin, sadece görüntüsünü kullanırlar.
    Onun gücü, yaşam tarzı ve özgürlüğü çekici gelir
    Onu elde edene kadar, neler yaşamış, hangi aşamalardan geçmiş bu kimseyi ilgilendirmez.
    Herkes onun sadece kartallığıyla ilgilenir.
    “Kartallar yüksek uçar” ama gerçek kartallar.
    Kartal olamayanlar, bir süre yüksek uçar ama kötü çakılırlar.

    Çünkü! Hiçbir zaman kartal olamadan kartalmış gibi gezdikleri için.
    Gerçek bir kartal olmak istiyorsanız;
    Başarılı insan "İşine yardım edeyim" der.
    Başarısız insan "Bu benim işim değil" der.
    Başarılı insan her soruna bir çözüm bulur.
    Başarısız insan her çözümde bir sorun görür.
    Başarılı insan en olumsuz durumda bile bir çıkış noktası görür.
    Başarısız insan en olumlu durumda bile engeller bulur.
    Başarılı insan "Zor olabilir ama imkansız değil" der.
    Başarısız insan "Mümkün olabilir ama çok zor" der.
    Başarılı bir insanın her zaman bir programı;

    Başarısız insanın ise her zaman bir mazereti vardır. 

    Sevgilerimle,
    Belgin BAYKAL

    Kınalı Ali





    Üst Teğmen Faruk cepheye yeni gelen askerleri kontrol ediyor bir taraftan onlarla laflıyordu.
    Nerelisin? Gibi, sorular soruyordu.
    Bir ara saçının ortası sararmış bir çocuk gördü.

    “Adın ne senin evladım? …”
    “Ali…”
    “Nerelisin? ”
    “Tokat Zile komutanım”
    “Peki evladım bu kafanın hali ne? ”
    “Anam cepheye gelirken kına yaktı komutanım…”
    “Neden?”
    “Bilmiyorum komutanım…”
    “Peki! Gidebilirsin Kınalı Ali”
    O günden sonra herkes ona “Kınalı Ali” der ve kafasındaki kınayla dalga geçerler..
    Ama kısa sürede cana yakın ve cesur tavırlarıyla tüm arkadaşlarının sevgisini kazanır Ali.
    Bir gün ailesine mektup yazmak için arkadaşlarını çağırır. 
    Çünkü okuma yazması yoktur Ali’nin.
    Hep beraber başlarlar yazmaya.
    Ali söyler, arkadaşları yazar:
    “Sevgili anne babacım, ellerinizden öperim. Ben burada çok 
    iyiyim, beni merak etmeyin…”
    Kız kardeşini ve kendinden bir küçük erkek kardeşini sorar.
    Köyündekilerin burnunda tüttüğünü yazdırır.
    Kendilerini merak etmemesini, onlar var oldukça düşmanın 
    bir adım bile ilerleyemeyeceğini yazdırır.
    Gururla mektubu bitirir neden sonra aklına gelir ve yazının 
    sonuna anasına not düşer
    (Ali’nin kendisinden hemen sonra askere gelecek bir kardeşi 
    daha vardır)
    “Anacığım kafama kına yaktın burada komutanlarım ve
    arkadaşlarım benle hep dalga geçtiler.
    Sakın kardeşim
    Ahmet’e de yakma! Onla da dalga geçmesinler! Ellerinden 
    öptüm…”
    Aradan zaman geçer. İngilizler kesin netice almak için tüm 
    güçleriyle Gelibolu’ya yüklenirler.
    Bu cepheyi savunan erlerimiz teker teker şehit düşerler.
    Bunlara takviye olarak giden yedek kuvvetlerde yeterli
    olmamış ve sayıları da epey azalır.
    Gelibolu düşmek üzeredir.
    Kınalı Ali’nin komutanı da olayı görüp yerinde duramaz.
    Kendisinin bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildir.
    Onlar yeni gelmiştir.
    Komutanların bu düşünceli halini gören ve durumun 
    fazlasıyla önemini anlayan Kınalı Ali ve arkadaşları, 
    komutanlarına yalvar yakar oraya gitmek istediklerini 
    söylerler.
    Komutanları onları ölüme gönderdiğini bile bile çaresiz 
    gönderir.
    Kınalı Ali’nin bölüğünden kimse sağ kalmaz hepsi şehit 
    olmuştur.
    Aradan zaman geçer. Kınalı Ali’nin ailesine yazdığı 
    mektubun yanıtı gelir.
    Komutanları buruk ve gözleri dolu dolu mektubu açıp 
    okumaya karar verirler.
    (Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.)
    Babası anlatır Ali’nin: “Oğlum Ali
    nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim selam ederim.
    Öküzü sattık paranın yarısını sana,
    yarısını da cepheye gidecek kardeşine veriyoruz.
    Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum zaten.
    Artık Zahireye de fazla ihtiyacımız olmadığı için 
    yorulmuyorum da.
    “Siz sakın bizi merak etmeyin, bizi
    düşünmeyin” der, köyü, akrabalarını anlatır ve mektubu
    bitirir.
     “Ali ananın da sana diyeceği bir şey var…”
    “Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler, 
    kardeşime de yakma demişsin.
    Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle 
    seninle dalga geçmesinler. Biz de üç şeye kına yakarlar:
    1- Gelinlik kıza; gitsin ailesine, çocuklarına kurban
    olsun diye…
    2- Kurbanlık koça; Allah’a kurban olsun diye…
    3- Askere giden yiğitlerimize; vatana kurban olsunlar
    diye…
    Gözlerinden öper selam ederim. Allah’a emanet olun…”
    Mektubu okuyan Ali’nin komutanı ve diğerleri hıçkıra
    hıçkıra ağlamaya başlarlar…

    Sözün bittiği yerdedirler…

    “Çanakkale geçilmez” bu uğur uğruna verilen canlar, dökülen 
    kanlar tüm analar tarafından helal edilmiştir. Ama terör için 
    aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.
    Hiçbir ana, karnında dokuz ay taşıdığı yavrusunu, her gün 
    gözünün içine baka baka büyüttüğü kuzusunu, hain 
    saldırılarla koca bir hiç uğruna kaybetmeyi kabullenemez.
    Bu acıyı dindirecek ne para! ne de manevi destek olabilir.
    Artık” “Terörü lanetliyoruz, içimiz yanıyor” diyen 
    büyüklerimizin yangınına samimiyetle bakamıyorum.
    Bir sabah uyandıklarında ucuz bir terör saldırısında, kendi
    çocuklarını kaybettiklerini düşünmeliler. Onun doğumundan, 
    bugüne kadar geçirdiği evreleri gözlerinin önüne getirip, bu 
    ağır kaybetme duygusunu yaşamadan bu terör bitmez.
    Evladımı öldüren kişiye dostça elimi uzatamam kusura 
    bakmasın kimse.
    Bunun “Açılımı” filan da olmaz. Öyle dağlardan, bayırlardan 
    davul zurnalarla “Elleriniz dert görmesin” diye de 
    karşılanamaz.
    İçinde öfkesi ve kini dinmemiş kimse her zaman potansiyel 
    katildir. Bir fırsatını bulur bulmaz intikamını alır.
    Onun için barış yaklaşımı herkese olmaz. Evlat acısı ya da en 
    yakınınızın acısından bahsediyoruz. 
    Telafisiz acılardan.
    Daha akılcı ve sağduyulu bakılmalı olaylara.
    Bu dünya her zaman dediğimiz gibi, geçici bir dünya. 
    Hayatlarının baharında, bir sürü hayalleriyle beraber toprağa 
    verilen şehitlerimiz yarım kalarak gittiler. 
    Yapacakları çok şey vardı. 
    Kimisi yeni doğmuş çocuğunu göremedi.
    Kimisi nişanlısını, kimisi karısını, kimisi anasını, kimisi tüm 
    sevdiklerini bıraktı gözleri yaşlarla.
    Her şeyin vebali var ve ödemesi çok ağır.

    Bu olaylara sebep olan herkesin Allah yardımcısı olsun. 
    Belgin BAYKAL

    Paspas Altı Anahtar









      Geçen gün gözüme bu cümle çarptı ve üzerinde yazı yazacak kadar düşündüm.
      "Anahtar gibi sadece kaybolduğunda aranan biri olmak istemiyorsan; 'nasıl olsa
      paspasın altındadır' rahatlığını vermeyeceksin kimseye…"
      İnsan doğası gerçekten çok nankör…
      Amacına ulaşmak için verdiği çabayı, daha sonrasında verme ihtiyacında bile hissetmiyor…
      Ama hep bekliyor! Arasın, sorsun, değer versin, sevsin, gelsin, gitsin vs.
      İş vermeye geldiği zaman, kendisini daha kıymetli görüyor ve gerek duymuyor.
      Çünkü karşısındakini “paspasın altına bırakılmış anahtar” gibi görüyor.
      Her zaman emrine amade ve orada!
      Karşı tarafa bu güveni de maalesef paspas altında hep hazır bulunan “Anahtar” veriyor yani bizler.
      Çünkü hep orada, aranıldığında bulunacak yerde.
      Hiçbir zaman kaybolmamış ve ev sahibine sadık kalmış. Yerini beğenen begonya çiçeği gibi…
      Peki! Bunun doğrusu nedir?
      İnsan hayatında güvenilir ve sağlam olmak, değer görmemek mi demektir!
      Her zaman karşı tarafa kaybolma hissi vermek, ilişkiyi güvensiz hale getirmez mi?
      Neden bu tarz ilişkilere hep strateji gerekir?
      Neden insanlar düzgün giden ilişkilerden hoşlanmazlar?
      İçlerinden hep yıpratıcı ve yorucu ilişkileri tercih ederler.

      Monotonluk mu? Yoksa huzur mudur insanı dağıtan? 

      Her şey güzel giderken iki taraftan birine çok gelir bazı şeyler.
      Harcayacak bir şey arar ve en çabuk aklına gelen paspasın altındaki anahtardır.
      Bilir ki! O her aradığında yanında olmuştur. Ona gidecek güvensizliği vermemiştir.

      O zaman değersizliği de hak etmiştir.

      Hayatında her daim yanında olmanın bedelini ödeyecektir.

      Ne kadar acımasızca kurulmuş düzen değil mi?

      Dengesizlik ve tutarsızlıklar üzerine.

      Yalanlarla dolanlarla, kendi kendini aldatan insanlarla…

      Geçen gün bir arkadaşımla uzun sohbet ettik. Uzun süreli çok güzel giden 
      ilişkisini sadece sıkıldığı için sonlandırmış. 

      Her yönden anlaştıklarını ballandıra ballandıra anlattı. 

      Anlatırken hem özlem hem pişmanlık hem de özgür olmanın mutluluğu vardı gözlerinde.

      Bu üç duyguyu yaşarken, sağlıklı bir ilişki yaşayamıyordu belli ki.

      Her şeyin çok güzel olduğunu, birlikte birçok ortak yönlerinin olduğunu ama bitmesi

      gerektiğini söyledi.

      Çünkü kendisini çok kıskaç altında hissetmiş.

      Sonuçta, ikisi de ilişki konusunda olgunlaşmış, 

      birer evlilik atlatmış ve aradıklarını gerçekten 

      birbirlerinde bulmuş kişilerdi bana göre.

      Aralarında bitmesini gerektiren hiçbir şey

      göremedim. Ama o kendisini bir türlü o mükemmel giden ilişkisine sığdıramamıştı.

      Hal böyle olunca; ister istemez düşünüyorsun…

      İnsanlara batan şey nedir diye?

      Neden bu hale geliyorlar?

      Gerçekten de rahat mı batıyor kişilere.

      “Aradığımı bulamıyorum” diye söylenip 

      gezerken, bulduklarında neden çabucak tüketiyorlar güzel olan şeyleri.

      İnsanın bulduğu güzelliklere sahip çıkması gerekir.

      En önemlisi ne istediğini bilmesi!

      Eğer kendilerini ilişki yaşayacak ya da yürütecek potansiyelde görmüyorlarsa,

      ilişkiden uzak durmalı ya da kendileri gibi olan kişilerle bir araya gelmeliler.

      “Paspas altında anahtar” olmak kötü bir şey değil. Kötü olan, anahtarı her zaman aynı yerde

      bulanın ona gösteremediği sadakat ve özen olmalı…

      Siz siz olun! ilişkiyi oldurmaya çalışmayın. 

      Olmayan şey hiçbir zaman olmaz!

      Kendinizi değerli görün ve size rahatsızlık veren 

      her türlü ilişkiden kurtulun.

      İlişkiler iki kişiliktir müstakil değil, İki tarafında 

      özverisiyle yürür.

      Özverinin bittiği yerde, ilişki de biter.


      Sevgilerimle

      Belgin Baykal

      Haksız Kazanç Değil mi?








      Hepimizin hayallerinde rahat bir hayat sürmek yatar.

      Eziyetsiz ve kendi ihtiyaçlarımızı rahatça karşılayacak şekilde.

      Ama bundan daha fazlası bizi şaşırtabilir.

      Medyadan ve haberlerden takip ettiğim kadarıyla gerçekten çok büyük rakamlarla anlaşmalar imzalanıyor.

      Bu eşitsizliklere tepki vermemek elde değil.
      Bir futbol transferi gerçekleştiriliyor, kulübün 
      bütçesinin büyük bir kısmı oyuncuya aktarılıyor.
      Dizi, film ya da reklam filmleri için yapılan anlaşmalarda başrol oyuncularına ödenen paralar nefes kesiyor.
      Peki! Neden? Bu kadar büyük paralar ödeniyor bu kişilere?
      Bu piyasayı kim bu hale getiriyor?
      Neye göre hesaplama yapılıyor ödemelerde?
      “Bu kadar rakam vermişler, biz iki katını verelim kaçırmayalım” şeklinde mi planlanıyor?
      Müzayedeye mi açılıyor bu anlaşmalar acaba?
      Futboldaki başarılı bir oyuncuyu düşünün; mahallesinde top koştururken hayalleri bu kadar büyük müydü sizce?

      Dizi ve film oyuncuları da aynı şekilde, çok mağduriyet dolu günlerin arkasından biranda hayatları hazmedilmesi zor bir şekilde değişiyor ve paralarını nereye harcayacaklarını şaşıracak duruma geliyorlar. 
      Kişiye verdiği zarar psikolojik ve egoya dayalı…
      Kuruma verdiği zarar ise maddi olarak yapılması gereken birçok projenin içinde yer alamamak olabilir.

      Bu üne kavuşanların hayatları medyada öyle bir dile getiriliyor ki herkes futbolcu, oyuncu, manken olmanın peşine düşer oldu.


      Normal bir kurumda 20 sene üzeri hizmet etmiş kişiye ödenen kıdem tazminatı ile bir ev bile alamazken, bu kişilere ödenen uçuk rakamlar gerçekten çok abartılı.
      Bu tamamen arz-talep ilişkisi…
      Sizin verdiğiniz rakamlar piyasayı hareketlendiriyor ve zorluyor.
      Herkes tutarlı bir duruş sergilese ve prensipli olsa bu astronomik rakamlar dönmez ortada.
      Tüm dünya bu olaya teslim olmuş durumda.
      Milli piyangoda ya da diğer şans oyunlarında bir kişiye büyük ikramiyeyi kazandırmak gibi. Oysa birçok paya bölünse ne çok insan faydalanabilir.

      Bu rakamı bugüne kadar bu seviyelere çıkartmasalardı, anlaşma piyasaları böyle olmayacaktı.
      Verdiğiniz makul rakamları kabul edeceklerdi.
      Ünlü evi, ünlü arabası, ünlü kıyafetleri diye bir trend oluştu.
      İnsanlar parasını ona göre harcamaya başladı.
      “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” diye bir atasözü
      vardır.
      Gerçekten de bu uçuk rakamlar sadece bizim çenemizi
      yormakla kalmıyor, çocuklarımızın da bakış açılarını değiştiriyor.

      O kadar zor şartlarda para kazanan insanlar başlarını sokacak bir ev alamazken, diğer tarafta şımarıkça limitsiz para harcayan bu kişiler, lüks olan her şeye paralarını akıtıyorlar.
      Ama konu yardımlaşma olunca, oldukça cimrileşiyorlar.
      İşin ilginç tarafı; aldıkları paraları dibine kadar hak ettiklerini düşünüyorlar.
      Evet! “Emeksiz yemek olmaz” Tabii ki zor şartları ve fazla çalışmaları var.
      Ama karşılığı bu kadar çok olmamalı, diğer emek verenlere göre…
      İnsan olarak yeniliklere çok çabuk alışıyoruz. 
      Hayat standardımız yükseldikçe sanki hep o hayatı yaşıyormuş gibi havaya giriyoruz.
      Ünlülerimiz de böyle oluyor işte. 
      Geçmişlerini çabuk unutuyorlar.
      "Acaba beni izleyen olur mu? Ben de bir gün ünlü olabilir miyim?" şeklindeki hayalleri gerçekleşince, doğuştan ünlü ya da zenginmiş havasına bürünüyorlar.
      Oturmuş ve kabullenilmiş bir sistemin değişmesi çok zordur. Bu konuda üzerlerine düşen, toplumsal dayanışma projelerinin içerisinde fazlasıyla yer almak olmalı.
      Tıpkı dünün size zenginlik getirdiği gibi yarının size ne getireceğini bilemezsiniz.

      Paranızı doğru işlerde kullanmanız dileğiyle…

      Belgin BAYKAL

      12 Ağustos 2012 Pazar

      Küçük Bedende Büyük Can”Sezen AKSU”





      Geçen akşam açık hava konserinde, o minicik bedeninde koca bir yürekti Sezen AKSU.

      Hayranları ona “Sen kraliçesin, sen en büyüksün” derken, onda büyük bir mahcubiyet vardı.

      “Anlamıyorum sizin bu sözlerinizi ve inanın çok utanıyorum” diyordu.

      Yıllardır sahnelerde, yere göğe sığdırılamamış ama onun karakterine hiç yansımamıştı şanı, şöhreti… 

      Ne kadar “Yalnızlık” şarkısı yazsa da, hissederek yazmadığı tek kısım dostluklarına dair olanı olmalıydı.

      Konserinde vazgeçemediği orkestrası, vokalleri ve tüm yardımcıları o kadar candan ve yürekten yanındalardı ki, bunu anlamamak mümkün değildi.

      Sezen Aksu olmak kolay değildi. Karşılıklı yapılan bir alışverişti aramızda…

      Tüm acıları en derinlerinde yaşarken üretmekten vazgeçmemiş, bütün aşkların dile gelmiş haliydi o.

      Onun şarkılarıyla her duygumuzun akortlarını yaptık.

      Onunla sevindik, onunla üzüldük, onunla ağladık.

      Tek ezberleyebildiğim şarkılar onun şarkılarıydı.

      Bu da onun bir başka farkıydı işte.

      Her yaşadığım duyguyu kendime has sanırken, Sezen o duygular üzerine şarkılar yazmıştı.

      Kaybolan yılları olsa da yaşanmamış duyguları yoktu anlaşılan.

      Ne kadar kabul etmese de bizim ve tüm aşk şarkılarının kraliçesidir o.


      Sussan olmuyor susmasan olmaz

      Dil dursa Hakim Bey tende can durmaz

      Yazsan olmuyor yazmasan olmaz

      Kaleme tedbir koma tek durmaz,

      (18 yıl önce Sezen Aksu yazmış bunun sözlerini ve yeni meşhur olmuş.

      Konserinde gülerek anlatıyor “ya ölseydim de göremeseydim bu günleri diye.” :)

      Sen çok yaşa Sezen…Yaşa ki hep üret…


      Belgin BAYKAL


      12 Haziran 2012 Salı

      Eski Dostları Dinleyip Hüzünlenenlerden misiniz?







      Unutulmuş birer birer
      Eski dostlar, eski dostlar
      Ne bir selâm ne bir haber
      Eski dostlar, eski dostlar


      Bu güzel şarkı çalarken “Bütün eller kilitlenir, bütün gözler buğulanır”
      Herkes bütün sözleri kalbinde hisseder ve tüm coşkuyla eşlik eder.
      Dostu olmayanlar bile dostu varmış gibi havaya girer.
      Öyle sihirli bir şarkıdır.
      Hayatta her şeyin sahibi olabilirsiniz ama dostunuz yoksa gerçekten boşa bir hayat geçirmişsiniz.
      Bir insanı hayatınızda tutmayı başaramamışsınız ya da o insanın hayatında olmayı.
      Hiç dostum yok diyenler hep hayıflanır.
      Karşı tarafın onu anlamadığından, kendisini hak etmediğinden dem vurur. Buna da inanır.

      Aslında gerçeği bu değildir. Hayatınıza aldığınız insan gerçekten dostunuz olabilecek nitelikteyse size çok görev düşüyor.
      Hani iyi gün ve kötü gün vardır ya!
      Kalben o insanın her zamanında yanında olabildiniz mi?
      Tüm duygularına tüm içtenliğinizle katılabildiniz mi?
      Ya da ona karşı çok samimi ve net davranabildiniz mi?
      Eğer onun hayatında ki olumlu şeyler sizi rahatsız ediyorsa,
      Sizin “Dostunuz olamaz”, çünkü dost olmayı bilmiyorsunuz…İçinizde olan kötü duygular sizin dost olmanızı engelliyor.
      Başkasının başarısı sizi üzüyorsa, sahip oldukları mutsuz ediyorsa,
      Sakın “Eski Dostlar Şarkısı” çalarken hüzünlü gözlerle eşlik etmeyin.)
      Ne kendinizi, ne de başkalarını kandırmanın bir anlamı yok.
      Samimiyet ve içtenlikte bulaşıcıdır. Sizden karşı tarafa geçer.
      Bütün duygularınız siz istemeden en net şekilde iletilir.
      Siz kandırdığınızı düşünürken beden diliniz ve gözleriniz sizi ele verir.
      “Gözler kalbin aynasıdır” derler ya!
      Gerçekten de öyledir. Bir insanı gözlerinden tanırsınız.
      Size bakışlarından, yüzünde taşıdığı anlamdan, her şeyden ele verir kendini.
      Sevildiğinizi, acındığınızı, önemsenmediğinizi, değer gördüğünüzü ya da sevilmediğinizi o bakışlardan anlarsınız.
      Kısaca “Dost olamayanın, dostu olmaz” Önce siz dost olmayı öğrenmelisiniz.

      Vefa ve samimiyet ilk prensipleriniz olmalıdır.

      Eğer kusurların varsa, onlardan kurtulmaya çalışmalısın ve bundan korkmamalısın.
      Yapılmış şeyler üzerinde konuşmak lüzumsuzdur, geçmiş şeyleri ayıplamak da manasızdır.
      Bir insan sabahleyin doğru yolda ise, akşam saatlerinde de öyle kalacak ve bundan pişman olmayacaktır. 

      Konfüçyüs


      Sevgiyle ve dostlukla kalın...


      Belgin BAYKAL




      Konuşmamız Gerek

        Kendime bir hedef koymuştum. 3 tane kitap yazıp zirvede bırakacağım diye.) Aynen de verdiğim sözü tuttum. Yeni bir kitapla tekrar karşınız...