8 Mayıs 2012 Salı

Göçebe Gönüller!












Bir yerde durmaz, soluklanmaz oldu gönüller.
“Daha iyisi var mı acaba?” diye hep bir arayış içerisinde!
Ne ister? Ne bekler?
Ya da beklediği gerçekten elde edemediği midir?
“İşte bu” dediği zaman, gerçekten artık “o” mudur?
Ya da bir yenisine yapılan hazırlık mıdır?

Çabucak tüketilen ilişkiler yaşayan bir toplum olduk.
Twitter’lar, Facebook’lar ve daha birçok sitede arayış hâli...
Anlık iletilerle, tanımadan eklenen insanların dikkatini çekme eylemi!
Geçici heyecanlardan medet ummak!
Yanı başındaki insandan farklı insanla iletişim kurma isteği…
“Uzak olsun, benim olsun” felsefesi...
Elindeki güzellikleri fark edemeyip, başka hayatlarda sevda arayışı…

Kaybetme karşısında yaşanan büyük yıkımlar ve şaşkınlıklar.
Sadakat, emek, vefa… Hepsi yerini elektrik hattına bıraktı.
“Beni taşıyamıyor, ruhuma hitap etmiyor, 

eskisi gibi elektrik alamıyorum” şeklinde başlıyor ayrılıklar.

Bir maille ya da bir mesajla son buluyor yaşananlar.

Arayışın ya da yeni heyecanların sonu var mı acaba?
Ya da olacak mı?
Bir gönülde duramayan Göçebe Gönüller,
kaç gönülde daha kırılıp dökülürken mutluluğu bulabilecek?
Kendi içerisindeki yetimsizliğini hangi kollarda giderebilecek?

Emek vermeden almaya meyilli gönüllerde aşk ne kadar kalıcı olabilir?
İnsana bahşedilen en güzel duygudur sevmek.
Birisini her şeyiyle kabul edip, yürekten yola devam etmek…
Başka sevdalara olan merak, eldeki güzel ilişkinizi kaybetmenize neden olur.
Bir daha dönüşü olmayan pişmanlıklar yaşayabilirsiniz.

Siz siz olun!
Geçici mutluluklar peşinde koşup, sevdiklerinize zarar vermeyin.
İlişkiyi yaşayan sizsiniz ve şekillendiren de sizsiniz.

“Göçebe hayatta, kalıcı sevgiler” yaşanması umuduyla…

Sevgiyle Kalın…
Belgin BAYKAL

Düğün ve Cenaze!








 Hayatımızın iki önemli katılım merasimi…

Birisinde mutluluğu, diğerinde acıyı paylaşmak.
İkisi de amaçları iyi olsa da, ne kadar çelişkilerle doludur aslında.

Düğün merasimlerini düşündüğümüzde;
Aylar öncesinden başlar hazırlıklar, iki tarafı da memnun etme telaşı…
Ortada bir sürü laf söz, herkesin tecrübesi ve beklentisi...
Gelin ve damadın en çok bunalıma girdiği süreç…

Hiçbir şeyin yetişemeyeceği düşünülen, hep bir aksilik

beklentisiyle geçirilen dönemde;

Sonunda beklentiler yerini bularak, düğün merasimi gerçekleşir.

Geride kırılanlar, unutulanlar ya da ilgilenilmeyenler

olarak bir sürü memnuniyetsiz insan kalır.

Ne için yapılır bu düğünler?

Gergin ve rakip görünümlü aile taraflarını bir araya getirmek

ve eğlendirmek için mi?

Eş, dost gibi bilinen insanların dedikodularına maruz kalmak için mi?

Evlenecek çiftlerin kendilerini eğlendirmeleri için mi?

Yoksa “Düğünümüz oldu” demek için mi?

İki tarafın da kayıp günüdür aslında eğlenilen gün.

Bir taraf “gül” gibi kızını vermiştir, diğer taraf “aslan” gibi oğlunu...

Çocukların yuvalarından uçtukları gün yani!

Başka hayatlarda, başka soluklar ve uyanışların başladığı…

Zor bir süreç başlar her iki taraf için de.

Aileler, çocuklarının hayatlarını çekilip uzaktan izleyemezler!

Eskisi gibi görüşmek ve bir arada olmak isterler.

Görüşemedikleri her hafta için sitem dolu mesajlar verilir:

“Niye aranıp sorulmuyoruz?” diye...

Çocuklar da kendi programları ve kararları doğrultusunda davranmak ister.

Böyle olunca, iki tarafın da durumu daha da zorlaşır.

Evlenince her şeyin daha güzel olacağına inanan çiftler şaşırırlar:

“Böyle mi devam edecek bundan sonrası?” diye...

Beklentiler bitmediği sürece böyle sürüp gider.

Flört ettiğiniz günleri özler olursunuz.

Önlem alınmazsa, büyük hasar alır beraberlikler.

İdare etmek ve sabırlı olmak şart olur…

Cenaze merasimleri de başka bir yıkımdır insan hayatında.
Sevdiğini kaybetmek ve çok özlemek…
O acıyı sadece yakınları bilir.
Onlardan başka kimsenin içi yanamaz; onlar kadar kimse içten üzülemez.

Ne kadar üzgün olduklarını belirtseler de,
acılı ailenin yanında hafif kalır sözler.
Onlar, üzüntü ölçer bir şekilde, cenaze sahiplerinin kimliklerini saptarlar.
Ve en çok kimin üzüldüğüne karar verirler!

Diğer yandan da, cenazeye katıldığı için huzurlu;
bir gün aynı acıyı yaşayacağı için üzgündür.

Düğün de cenaze de kayıptır aslında…
Birisinde daha az görürsün, diğerinde hiç göremezsin ve çok özlersin...

Ne kadar olaylar farklı yaşansa da,
bugünlerde eşimizi dostumuzu yalnız bırakmamalıyız.
Acı da, mutluluk da; samimiyetle paylaşılarak azalır ve çoğalır…

Sevgilerimle,


Belgin BAYKAL

Menajer Aileler...










Yıllar önce “Aileler Yarışıyor” diye, Erol Evgin’in sunduğu bir program vardı.
Biz bitti diye düşündük ama aileler arasındaki bu yarış hâlen devam ediyor.

Kadınlar kadınları,
Erkekler erkekleri,
Çocuklar çocukları çekemez oldu…

Herkeste bir yarış!
Herkesin gözü birbirinin hayatında.
Birbirinin eşinde, birbirinin çocuğunda…

Kimse hiçbir şeyden mahrum kalmamak derdinde.
Çocuklar en iyi yerlere gönderilmeye çalışılıyor.
Bütçeler yoklanıyor ve elde etmek için büyük çaba harcanıyor.

Menajer ailelerin çocuklarını gönderdikleri yerler takip ediliyor, oyun, spor ve sanat merkezleri araştırılıyor ve kayıtları yaptırılıyor.
Terlemesin, koşmasın, yürümesin, zorlanmasın diye tembih ediliyor.

Bilinçsizce her şeyin içinde yer alma telaşı yani!
Çocuklar mutsuz ve doyumsuz.
Paylaşım nedir bilmiyorlar!
Ayrı odaları, ayrı hayatları oldu, ruhları bozuldu.

Sürekli bir sıkıntı ve “ne yapsam?” telaşı!
Bütün gün bırakılsa, bilgisayardan kalkamayan, 

tekerlekli sandalyeye mahkûm bir gençlik gibi...
Sokakta oynayamayan, kurstan kursa koşturulan, 

enerjilerini atamayan, yemek tercihleri fast food olan bir nesil...

Bu nesli yetiştiren bizler, çocuklarımızı çok seviyoruz değil mi?
Hiç kimse onlara hiçbir şey söyleyemez, yapamaz durumları…
Bu zihniyetle okullara gönderiyoruz ve öğretmenlerden

onları eğitmelerini bekliyoruz.

Şımartılmış ve her şeyi yerine getirilmiş çocuklara 

öğretmen ne kadar eğilebilir?

Ne kadar söz geçirebilir?
Her hamlesinde karşısında bulacağı velileri düşününce, 

ne kadar verimli olabilir?

Herkesin çocuğu dokunulmaz olursa, 

okulların yetersizliğini boşuna tartışmayın!
Eğitim evde başlar, okulda şekillenir.

Öğretmen sevgisi, saygısı evde verilir.

Çocuklarımızı gerçekten seviyorsak, onların koruması olmaktan vazgeçmeliyiz.
Onlar kendilerini korumayı, eleştirmeyi, hatalarını bulmayı 

kendileri yaşayarak öğrenmeliler.
Hayatları boyunca biz onların yanında olamayız.

İş hayatlarında yöneticileriyle sorun yaşadıklarında, 

yine velisi olarak koşabilecek miyiz yanlarına?

Bırakalım, hayatla mücadele etmeyi öğrensinler.

Her şeye çabuk sahip olmasınlar!
Bazı şeylere zor kavuşsunlar ki kıymet bilsinler.
Bizler böyle yetiştik; hayal ederek ve çabalayarak.

Kendi çabamızla sahip olduğumuz her şey kıymetli oldu.
Bize anlatılanları ne kadar dikkate aldık?
“Yapma” denilen şeyler daha cazip olmadı mı?
Hepimiz bildiğimizi okumadık mı?
Seçimlerimizi kendi isteklerimiz doğrultusunda yapmadık mı?

Tabii ki çocuklarımızın her zaman yanında olacağız.
Ama menajer ya da koruma görevlisi olarak değil!
Gözetmen ve dinleyici aile olarak!

Biz nasıl bir ailemiz olsun isteriz?
O zaman öyle olmaya çalışalım.
Sevgi dolu ama kıvamında korumalı…

Sevgiyle Kalın,
Belgin BAYKAL

Sonuna Kadar Kadınımsın!








Nasıl bir duygudur bu!

Baştan kıymet bilmemek, aldatmak, terk etmek, 

onu yok saymak ama onun başka bir hayatta

soluk almasına da tahammül edememek...

Karşı taraf için hissettiği mülkiyetçilik duygusu ve paylaşamama hâli,

ne kadar hastalıklı bir durum.

Bıraktığı ya da terk edildiği kadının

sürekli mutsuzluğunu ve yok oluşunu beklemek...

Bir erkek hayatını yaşamayı seçerken, kadın itaat eder ve kabullenir.


İntikam peşinde koşan kadın, erkeğe oranla daha azdır.


Aynı hayatı kadın seçerken, neden namusundan ve seçiminden dolayı suçlanır?


Neden erkek gibi destek görmez?


Neden isminin başına ilaveler eklenir?


Erkeğin adı nam kazanırken, kadın neden bu kadar kötü muamele görür?

Duygular ve beklentiler aynı değil midir?

Mutluluk ve huzur, kadının aradığı şeyler arasında yok mudur?

Hayatı hep yetinmek üzere mi kurulmuştur?

Neden bütün hoşgörüler kadında son bulur?

Biten beraberliklerde neden fedakârlıklar hep kadından beklenir?

Başta güzel başlayan ilişkiler bittiği zaman, hep intikam mı taşımalıdır?

Ayrıldıkları eşlerini başkalarıyla paylaşamayan, 

3. sayfa haberlerine kadar olayları taşıyan egosu yüksek, zayıf erkekler...

Nedir istedikleri?

Her yerde bir eşi ve sevgilisi olsun; her şey onun istediği gibi mi olsun?

Yetiştirilirken anneleri tarafından çok kollanan 

ve özel bir yerde tutulan erkeklerin böyle düşünmesi çok doğal.

Eşlerinde beğenmedikleri ve eleştirdikleri 

birçok davranışı, oğullarında değiştiremeyen annelerin 

yetiştirdiği erkek çocukları; gelecek için hiçbir umut vadetmezler.

Eski öğretiler, yeni nesile aynı şekilde yansır.

Ama aynı anne, kız çocuğunu yetiştirirken farklı bir görüş sergiler.

Daha paylaşımcı, idareci, yuvasına ve eşine itaat eden, 

fedakârlık ve tek eşlilik üzerine süsler beynini ve hayallerini...

İki farklı düşünceyle yetiştirilen kişilerin aynı evde

bir araya gelmesi ve uzlaşması çok kolay olmaz!

Sonuç böyle olunca, sadece kendisini düşünen ve her türlü

hakkı kendisinde gören erkekler çoğunlukta...

Birliktelikler ve ilişkiler, insan olduğumuz sürece

bizimle beraber olacaktır.

Yanlış kararlar da alabiliriz, hata da yapabiliriz.

Ama “Böyle geldi, böyle gider.” diyemeyiz!

Hatalar, ders almak içindir.

Yaşanılan ne varsa, bütün duygular insana dairdir ve cinsiyeti yoktur.

İyide hatırlanabilir, kötüde!

Önemli olan saygı ve sınırlardır.

Kararları doğrultusunda seçtikleri yollarda, birbirlerinin düşmanı değil;

ortak paydada destekçisi olunmalıdır.

Belki o zaman ayrılmalarda bile azalma olur.

Kısa hayatta kalıcı güzellikler bırakmak umuduyla…

Sevgiyle kalın…


Belgin BAYKAL

Haddimizi Biliyor muyuz?











İnsanın doğası gerçekten şımarmaya çok müsait.
Bazı şeyleri taşıyabilmek, kaldırabilmek; size tanınan hakların değerini bilmek ve istismar etmemek…
İşte bizim insanımız bu konuda çok sıkıntı çekiyor.
Birisinden biraz iyilik ve insanlık gördüğü zaman, kendisini vazgeçilmez görmeye başlıyor.
“Ben olmasam…” şeklinde başlıyor hikâyeler.
Bir sürü istek, talep takip ediyor devamında…
Verilenleri alırken karşı tarafı enayi, istediği zaman alamazsa hain ilan ediyor.
Yani karşı tarafın insani duygularını farklı algılıyor.
İstediği gibi, kendisine göre…

Hadsizlik de böyle başlıyor işte!
Senin sunduğun olanaklarda, kendisiyle seni eşitleme ve aynı statüde görme eylemi.
Sana yaptığı her işi iyiliğinden yapıyormuş gibi gösterme…

Bu durum karşısında düşünüyorsunuz:
Acaba “Ben miyim burada mağdur olan?” diye…
Yapılanlar karşısında haddini bilmek, asil bir ruhtan geçer.
Her konuda kendinizi yetiştirmiş olabilirsiniz ama “had” konusu içten gelen bir şeydir.
Nerede, nasıl konuşacağını bilmek; karşı tarafa hitap ederken kimliğine ve yaşına göre davranmak, mesafeleri koruyarak samimiyetin dozajını kaçırmamak…
Gerçekten ilişkileri korumak adına gerekli durumlardır.

Günümüz haddini bilmeyen bir sürü insanla dolu.
İşin acı tarafı, onlar da “hadsiz” çevrelerinden şikâyetçi.
Yani kendi hadsizliklerini görmeden başkalarını düzeltme telaşı içindeler.

Güzel bir hikâyeyle konuyu bağlamak istiyorum:
Ulu bir çınar ağacının hemen yanında, küçük bir kabak filizi boy göstermiş.
Bahar ilerledikçe çınar ağacına sarılarak yükselmeye başlamış.
Yağmurların ve güneşin etkisiyle hızla büyüyerek, neredeyse çınar ağacıyla aynı boya gelmiş.
Bir gün dayanamayıp sormuş çınar ağacına:
— Kaç ayda bu hâle geldin ağaç?
— “82 yılda,” demiş çınar…
— “82 yılda mı?” diyerek katıla katıla gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
— Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
— “Doğru,” demiş ulu çınar, “doğru…”

Günler günleri kovalamış.
Sonbaharın ilk rüzgârları esmeye başladığında,
kabak önce üşümeye, sonra yapraklarını dökmeye;
soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış.

Bu defa endişeyle sormuş çınara:
— Neler oluyor bana ağaç?
— “Ölüyorsun,” demiş çınar.
— “Niçin?” diye sormuş kabak.
— “Benim seksen iki yılda geldiğim yere,
sen iki ayda gelmeye çalıştığın için sevgili kabak…” demiş çınar.

“Haddimizi bilmeyi” öğrenmeliyiz.
Haddimizi bilmezsek,
haddimizi bildirenlere de tepki vermemeliyiz.

Her öğüt bize bir kazançtır;
o an kırılsak da, gücümüze gitse de,
kendi gelişimimiz için gerekli olarak görmeliyiz.

Sevgilerimle,

Belgin BAYKAL

Huzur Arıyorum Derken!













Huzur Arıyorum Derken!

Herkesin içinde bir huzur arayışı vardır.
Bunun telaşı da beraberinde gelir çoğu zaman.
Bilmez insanlar; huzur kendi içinde başlar, orada biter.
Zamanla rahat bir yaşam bile huzuru bozar.

Güzel, sorunsuz bir hayatın vardır belki.
Her gün gider, gelir; aynı şeyleri yaparsın.
Bu rutin seni bir yerden sonra rahatsız eder.
Kusur ararsın, durduk yere dert çıkarırsın.

Tadilat başlar, ev ya da araba değişir.
Saç, kilo, spor… hep bir değişim isteği.
Bir süre mutlu hissedersin, sonra alışkanlığa dönüşür.
Sahipmişsin gibi davranırsın her şeye karşı.

Yine başlar arayış; eşin, dostun, ailen.
Onları değiştirmeye uğraşırsın durmadan, usanmadan.
Ama kendini değiştirmek hiç aklına gelmez.
Her şeyi başkalarından beklersin sürekli, sabırsızca.

Beklentiler karşılanmaz; huzurun yine kaçar gider.
Etkinliklere katılmak istersin sosyalleşmek uğruna.
Yanında sana uyan biri varsa şanslısındır.
Yoksa "enerjim bitti" bahanesi gelir peşinden.

Monotonluk, ruh yorgunluğu, uzaklaşma başlar usulca.
Huzuru kaçıracak şeylere bile gönüllü oluruz.
Sonra da başımıza gelenlere isyan ederiz.
Kısacası, “Rahat batar” sözü boşa söylenmemiştir.

Her yaşanmışlığın bir bedeli mutlaka vardır.
Yanlış ilişkilerde aranılan huzur, mutsuzluk getirir.
İç huzuru yoksa insanın, başkasına da veremez.
Bir ilişkiye huzur katamaz, sadece tüketir kendini.

Bir de vicdan muhasebesi devreye girerse eğer...
O huzur bellekte silik bir resim olur.
Gerçek sevgi, saygıdan ve anlayıştan doğar.
Ama önce kendine saygı gerekir en çok.

Hayat, bir tahterevalli gibi inişli çıkışlıdır.
Bir gün göklerde, ertesi gün yerlerde olursun.
Her gün “Nasılım?” sorusunu sorarız kendimize.
Ama sahip olduklarımıza minnet duymayız çoğu kez.

İnsan ruhu karmaşık ve anlaşılması zordur.
Yetinmeyi de kıymet bilmeyi de beceremez.
Her zaman bir bahanesi vardır değişmek için.
Sebep bulamazsa suçu dışarıda arar hemen.

“Her şey senin yüzünden” der hiç düşünmeden.
Suçlamak kolaydır; suçluluk duymak daha zordur diğerinden.
Huzuru kaçmış insanların en büyük yalanı budur:
“Huzur arıyorum” deyip, aslında huzur kaçırmak.

Çünkü huzur vermeyen, huzur da bulamaz dünyada.
Kendisi huzurlu değilse, başkasını da çekemez.
Mutlu insanlardan rahatsızlık duyar, huzursuz olur.

Hayatımızdakilerin değerini bilmek zor gelir.

Ama ne yazık ki çoğu zaman geç olur.

Çünkü insanlar kaybetmeden hiçbir şeyi anlamazlar.

Huzurla kalın…


Belgin BAYKAL

Gül Gibi Kadınsın...








Gül Gibi Kadınsın

Bizde klasik bir düşünce tarzı vardır.
Kadın aldatıldığı zaman “Gül” unvanı alır.
Evlenene kadar kadın goncadır aslında.
Evliliğin ilk yıllarında güldür.
Sonra yavaş yavaş gülün dikeni olmak için yol almaya başlar.

Evde kadın kendi düzenini kurmak ister.
Hani “Yuvayı dişi kuş yapar” ya!
Aslında buradaki “yuva”, erkeğin yuvasını yapmak için kullanılmıştır.
Erkek, kadının izni olmadan eve hiçbir arkadaşını çağıramaz.
Evin bütün alanlarını ve eşyalarını müdahale görmeden kullanamaz.
Ailesini eşine sormadan davet edemez.

Tabii bu daha çok çalışan kadınların evliliği için geçerlidir.
Çalışmayan kadının söz sahibi olması için ailesi tarafından maddi durumunun çok iyi olması gerekir.
Eğer erkeğin eline bakıyorsa hiç şansı yoktur.
Koşulsuz eşine itaat eder.
Tabii istisna çiftler de yok değil!

Evliliğin ilk zamanlarına balayı derler ya,
Bence bunun adını yanlış koymuşlar.
En çok kavga ve boşanma eylemi bu ilk yılda gerçekleşir.
Çünkü iki taraf da eğitimlidir.
“Benim sözüm geçecek” eğitimi.

Her şeyin problem olduğu bu dönem, bence tam bir kâbustur.
Binbir özlemle bir araya gelen çiftler, zamanla o ilk heyecanlarını kaybederler.
Kadın, erkeğin her davranışına takmaya başlar.
Yemek yemesinden telefon konuşmalarına, hatta tüm davranışlarına…

Artık büyü bitmiş ve gerçekle karşı karşıya kalmışlardır.
Erkek, sürekli eleştirilmekten ve aynılıktan sıkılınca yeni aşklara yelken açar.
Sebebi büyüktür: Evde huzuru ve heyecanı kalmamıştır.

Zamanla yapılan bu kaçamaklar herkes tarafından bilinmeye başlar
ve mağdur eş artık kendisine bir yol çizmeye karar verir.
Bu yolun sonunda kadın, toplumun gözünde “Gül gibi eş” unvanını alır.
Hiç “güllük” ile alakası olmayan eşler bile bu unvandan itinayla faydalanır.

Evliyken eşine hiç önem vermeyen kadın, aldatıldığını öğrendiği anda kendisiyle yüzleşir.
Saçında, yüzünde, kilosunda acil önlemler alır.
Tarzını değiştirir.
Amaç; karşısındaki insana neleri kaçırdığını göstermektir.
“Benim gibi bir kadına bunu nasıl yapar?” psikolojisine kapılır.

O zamana kadar “Aman bunu kim ne yapsın?”,
“Herkes benim gibi aptal mı?” şeklindeki konuşmalar,
bir anda yerini büyük intikam duygularına bırakır.
Kadın hâlâ kendisini büyük haksızlığa uğramış sayar.
Ama yaptığı hiçbir şeyi gözü görmez.
Dört dörtlük bir kadın hisseder kendisini.

Çevresinde de onun böyle düşünmesine yardımcı bir sürü hemcinsi vardır.
Toplu olarak evin erkeğine beddua edilir.
“Hiç utanmadın mı, gül gibi karına, çocuğuna bunları yaşatmaya?” şeklinde devam ederler.

Evlenirken herkes kendi beraberliğini özel sanır.
“Biz onlar gibi değiliz, biz farklıyız” şeklinde yola çıkar.
Zaten bu düşünme tarzı olmasa bu kadar insan sürekli evlenebilir mi?

Evlilikte en önemli şey, karşılıklı sevgi ve saygıdır.
Aşk alıp başını gitse de, elde çok güzel bir birliktelik bırakabilir.
Yeter ki iki taraf da bunun kıymetini bilsin.

Eğer sahip olduğun şeye değer vermezsen
ve onu sıradanlaştırırsan,
elinden kaçtığı zaman boşuna üzülme.

Evlilik de bakım ister.
Arada bir yenilik ister.
Heyecan ister, güzel kelimeler ortada gezsin ister.
İster de ister...

Yani işin özü:
Emek vermezsen, mutlu olamazsın.

Siz, siz olun;

Kendinizi sevin.
Bu sevginizi sevdiklerinize de verin.
Hayatınızı, beslediğiniz sevginizle kolaylaştırın.

“Aman evlendik işte; alan almış, satan satmış” mantığıyla kendini bırakırsan,
sonuç klasik ve nasırlaşmış bir evliliğe dönüşür.

Her iki taraf için de ihanet kapısı aralanır...

Sevgilerimle,

Belgin Baykal

Ezik Demeyin Kimseye

Toplumun sessiz kahramanlarıdır onlar. Kendini öne atmayan, ama her şeyin farkında olan insanlar. Onlara ezik derler, çünkü bağırmazlar. Çün...