30 Temmuz 2013 Salı

Bir Kadını Mutlu Etmek!







Kadın, doğası gereği sevgiye, şefkate, anlaşılmaya ihtiyaç duyar. 
En güçlü görünen kadının bile içinde, incinmekten 
korkan küçük bir kız çocuğu yaşar.

Her kadının hayattan beklentisi farklıdır. 
Kimi aşkı arar, kimi sadakati... 
Kimi ilgiyle beslenir, kimi huzurla... 
Bazısı macerayı sever, bazısı sakinliği... 
Birçoğu da paranın getirdiği mutluluğu ister...

Burada asıl mesele, seçtiğiniz kişiyi ne kadar tanıdığınızla ilgilidir. 
Onu gerçekten tanıyor musunuz? 
Nelerden hoşlandığını, neyle mutlu olduğunu biliyor musunuz?
Yoksa birkaç huyunu gözlemleyip, hemen 
"Sen çok zorsun" yaftasını mı yapıştırıyorsunuz?

Çoğu zaman ikincisi...
Çünkü erkek, kendisini merkeze koyarak yaşar. 
Kadının ihtiyaçlarını anlamak yerine onları 
"gereksiz konuşma" olarak algılar.
Kadını anlamaya çalışmaz, sadece yönetmeye çalışır.

Oysa onu da bir kadın büyüttü. 
Ama anne figürüyle kadın kimliğini birbirinden ayırdı. 
Annesinin de bir kadın olduğunu, istekleri, arzuları, kırgınlıkları 
olabileceğini hiç düşünmedi.

Böyle bir yetişme tarzıyla, başka bir kadını anlaması da zor olur. 
Çünkü kadınları çoğu zaman "duygu yumağı" olarak tanımlar 
ama o duyguların içinde ne olduğunu hiç merak etmez.

Kadın olmak zor iştir. Göründüğü gibi kolay bir hayat beklemez sizi. 
Bir kadının anlaşılmaz görünmesinin nedeni 
çoğu zaman anlaşılmak için gösterdiği çabanın boşa çıkmasıdır.

Elbette her kadın da masum değildir. 
Ne istediğini bilmeyen, bir gün sevip bir gün soğuyan, 
sürekli şikayet eden, 
kendi iç huzursuzluğunun faturasını karşısındakine 
kesen kadınlar da vardır.

Bu kadınlar bir erkeğe o meşhur soruyu sordurur:
"Bu kadın ne istiyor?"
Ve o cümleyi söyletmek zorunda bırakan kadın, 
erkeğin çabasını yavaş yavaş yok eder.

İlişkilerde emek vereceğiniz kişiyi doğru seçmelisiniz. 
Huzuruna huzur katacağınız kişi, çabanızı görüp kıymet bilmelidir. 
Aksi halde iki taraf için de zaman kaybından başka bir şey olmaz.

Unutmayın, her zaman erkekler haksız değildir. 
Ama her zaman haklı da değiller.

Bir kadını anlamak, önce dinlemeyi, sonra hissetmeyi, 
sonra da gerçekten sevmeyi gerektirir.

Sevgiyle kalın,

Belgin BAYKAL

Bir Erkeğin Ayrılık Evresi








Her erkek gibi Selim de evlenecek, eğlenecek kız arayışındaydı.
30 yaşına kadar durulamadı.
Ta ki ailesinin de kabul edeceği, evlilik için uygun görülen 
Bahar'la tanışana kadar.
Kısa sürede evlenmeye karar verdiler.
Güzel bir düğün, güzel bir balayı derken, evlilik defteri açıldı.

İlk yıl üzerine düşeni fazlasıyla yaptı.
Ama zamanla eski özgürlüğünü özlemeye başladı.
Yalanlar, toplantılar, seyahatler derken Bahar'ı kandırmak alışkanlık oldu.
İkinci yılda bir oğulları oldu: Batuhan.
Selim mükemmel bir baba olmuştu.
Bez, biberon, oyuncak… Nereye gitse oğlunu da yanında götürüyordu.

Ancak ihanet devam etti.
Bahar artık yorgundu.
Takip etmekten, şüphelenmekten, çırpınmaktan…
Son bir yıldır evde sadece aynı çatı paylaşılır olmuştu.

Selim'in annesiyle olan gerilim bardağı taşırdı.
"Annem, oğlunun evine giremiyor!"
Selim bu bahaneye sığındı sürekli.
Bahar dayanamayıp ailesini çağırdı.
Boşanmak istiyordu artık.
Selim şaşırdı ama hala gerçekleri görmekten uzaktı.

Bahar'ın babasıyla yapılan konuşmada yine aynı cümleler:
"Annem evimize gelemiyor, ben de gelmek istemiyorum."
Bahar daha fazla dayanamadı:
"Senin sorunun annen değil, sadakatin. 
Evine değil dışarıya ait oldun artık."

Bahar, boşanma davasını Selim’in açmasını istiyordu.
İnat başladı.
Ailesi evden gitmedi.
Selim, mutfağa hapsedildi adeta.
Sabah erkenden çıkıyor, gece geç saatte dönüyordu.
Oğlunu bırakıp gitmek istemiyordu.
Ama kendine de itiraf edemediği şey,
‘Aslında bu hayata alışmış olmasıydı.’

Oysa dışarda da huzuru bulamıyordu artık.
Hiçbir ilişki yürümedi.
Bahar’ın sabrı taştığında, ailesiyle ev tutup gitti.
Selim’in hayatı o an çöktü.
O boş evde yalnız başına kala kaldı.

Her zamanki gibi, bir arkadaşını aradı.
“Yolun sonundayım,” dedi.
Arkadaşı, eşyalarını almak bahanesiyle Bahar’ı aramasını önerdi.
Konuşma şaşırtıcıydı.
Bahar hala seviyordu.
Sadece yorulmuştu.
“Sen hiçbir çaba göstermeyince ben yoluma baktım,” dedi.

Selim umutlandı.
Ama işte o klasik ego yine devredeydi.
Arkadaşına dönüp şöyle dedi:
“Bilmem… Kararsızım.”
Arkadaşının cevabı netti:
“Bahar seni terk etmekte haklıymış.
Sadece tek hatası, yeniden dönmeyi düşünmesi olabilir.”

Yine de Bahar’ı ikna etti.
Eve döndü Selim.
Ama gerçekten iyi bir eş olacak mı,
Zaman gösterecek.

Selim bir örnek sadece.
Çok fazla Selim var etrafımızda.
Ne kendini mutlu edebiliyor ne yaşadığı insanları.
Başka hayatları karıştırmaktan ve huzur kaçırmaktan başka 
bir işe yaramıyorlar maalesef.

Allah, tüm “Selim zedelerin” yardımcısı olsun.

Sevgilerimle,
Belgin BAYKAL

Hoş Geldin Yeni Yıl!




Yine bir yıl daha geldi. Yılbaşı telaşı başladı.

Yeni yıla nerede ve kiminle girsek!

Evde mi otursak! Dışarıda mı kutlasak!

Kimlerle beraber olsak ya da bir başımıza pijamalarımızı 

giyip televizyonun karşısına geçip,

bütün yılbaşı programlarını mı eleştirsek!

Yılbaşı ağacı süslesek mi ya da kaldırması 

zor oluyor deyip üşensek mi?

Ya da günahtır, Hıristiyanların inancıdır deyip vaz mı geçsek!

O da olmadı! “Benim ağacımdan ve inancımdan kime ne” 

deyip en güzelinden yine de süslesek mi?

Bir sürü çelişkiyle yeni yılı karşılamaya hazırız.

Yeni yılın anlamı adı üzerinde;

Yaşanmamış yepyeni bir yıla geçiş, arınma, temizlenme…


O yıl yaşadığınız olumsuzlukların silinip yeni bir yılda 

daha az hata ile yola devam etme şekli.

Bu sene yapamadıklarını gelecek seneye aktarma.

Yeni başlangıçlar, yeni umutlar!

Bunların hepsi bir araya gelince insanın içinde 

başka bir coşku oluşuyor.


 

İçinizde bu coşku varsa;

Süsleyin evinizi, ofisinizi gönlünüzce.

Nerede ve kiminle olmak istiyorsanız orada olun!

Yaşadığınız hiçbir şeyin pişmanlığını duymayın!

Kendisini seven ve tanıyan insan, sonradan üzüleceği şeyleri yapmaz.


Yapsa da pişmanlık duymaz.

Bu yıl bambaşka bir yıl olsun sizin için.

Gerçekten! İçinizde kalan ne varsa hayata geçirin.

Boş şeylere takılmayın, dedikodulara yoğunlaşmayın!

Bu yıl sizin müstakil yılınız olsun! Sadece size ait…

Sorumluluklarınızdan biraz izin isteyin, 

minik molalar verin gün içinde.

Daha çok telefonla konuşun sevdiğiniz insanlarla, 

olumlu şeyler radyasyon etkisini yok eder.)

Eski arkadaşlarınızı bulun,  hepsi size ayrı enerji verecektir.

Moral ve umut insanı her türlü hastalıklardan korur.

Yıllarca üye olduğunuz spor kulüplerinin artık hakkını verin.

Ödediğiniz para ile değil, orada yaptığınız fiziğinizle övünün.

Güzel yaşlanmanın bilincine varın.

Yaptığınız her şeyin zevkini çıkarmaya çalışın.

Elleriniz dolu marketten çıktıysanız, söylenmeyin!

Alabildiğiniz her şey için şükredin!

İş hayatınızda, ev hayatınızda yükünüzü azaltın.

Sadece kendi işinizden sorumlu olun.

Her türlü yeniliğe açık olun.

Ev işleriyle fazla vakit kaybetmeyin!

Kendinizi geliştirin ve zaman ayırın.

Kısaca “Hayatınızı kolaylaştırın”

Yaşadığınız her şeyin üzerine bir çizgi çekip, sil baştan deneyin inadına.

İşte size bir fırsat daha!


Şebnem Ferah'ın şarkısında söylediği gibi;


“Sil Baştan Başlamak Gerek Bazen, Hayatı Sıfırlamak”


Hepinizin yeni yılı kutlu olsun, umutlarınızın tükenmediği, 

her defasında yeniden ayağa kalktığınız, 

keşkelerinizin azaldığı, başarılarınızın çoğaldığı, 

sağlık ve huzur dolu güzel bir yıl sizinle olsun… 


Mutlu Yıllar...

Belgin BAYKAL

Yaşın Dörtlü Rakamla Başlıyorsa!









Hayatın en korkulan yaşı sayılır kırklı yaşlar.

Sanki her şey bitmiş, hiçbir şey yapamamışsın gibi.

Belki de yaşlanma etkilerini hissettiğin ilk yıllar…

Ya da artık "orta yaş" grubuna dahil edildiğin zaman.


Ben de bu yaşlara gelince başta biraz korkmuştum.

Ta ki kızımın arkadaşlarının “teyze” demesiyle,

ya da kimilerinin hâlâ “abla” demeye çalışmasıyla...


Ama şimdi?

Bunların hiçbirinin bir önemi kalmadı benim için.

Hayatta yaşımı bu kadar sevdiğim bir dönem hiç olmamıştı.


Sezen Aksu’nun o meşhur şarkısındaki gibi:

“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…”

Eğer bu aklımla verilecekse, hemen isterim!

Ama o toy ve ürkek zamanım verilecekse,

bu halim kalsın yeter.


Gençlik yıllarım hep koşuşturma,

hep güvensizlikle geçti.

Yaşımın güzelliğini yaşadığımı hiç hatırlamıyorum.

Korkularım vardı, endişelerim hiç bitmedi.


Sonra evlilik girdi o yılların arasına.

Alışma ve alışılma dönemi…

Derken çocuk büyütme telaşı,

iki katına çıkan kaygı.


Doğum günlerim, gözümün önünden

geçen yirmili ve otuzlu yaşlar…

Sanki "anlaşılamadan mezun olduğum" bir dönemdi o yıllar.

O kadar çabuk geçmiş ki!


Anneannemin gençlik sohbetlerini şimdi daha iyi anlıyorum.

"Hiçbir şey anlamadım nasıl geçtiğini" derdi.

Çünkü o yaşlar hep koşuşturma ve korkularla geçiyormuş meğer.


Ama şimdi?


Her şeye bakışım çok farklı.

Hayattan en keyif aldığım,

kendimi en çok sevdiğim dönem.


Ne saçlarımdaki beyazlar,

ne kaz ayaklarım,

ne de başka yerlerdeki ayak izleri…

Hiçbiri umurumda değil!


Sadece huzurum ve kendime aitlik duygum

beni zengin kılıyor.


Artık kimseye kendimi sevdirme ya da anlatma telaşım yok.

Anlayan anlamıştır, anlamayan çoktan yoluna gitmiştir.


Terk edilme, yalnız kalma korkularım da çok geride kaldı.

Zaten hep yalnız olduğumu anlamam da

işte bu dörtlü rakamların hediyesi.


Bu yaş, bazı gerçekleri kabul ettiğin dönem:

Her ne olursa olsun kimseyle

koşulsuz yola çıkılmayacağını,

tedbirli yaşamak gerektiğini öğrendiğin yer…


Yani: Beklentisiz yaşam!


Bu yaş;

kendini daha çok sevdiğin,

daha fazla mutlu ettiğin,

yaşarken kıymet bildiğin yaş.


Sakın korkmayın!


Geçmişten ders aldığınız,

kendinizi olumsuz düşüncelerden arındırdığınız,

en verimli ve içten yaşınızı

sevgiyle kucaklayın…


Çünkü gerçekten yaşam şimdi başlıyor.


Sevgilerimle,


Belgin BAYKAL

Bir hayat! Bir insan!








Güvenlik görevlisi Ahmet…
Pırıl pırıl bir insan.
Gözleri yemyeşil, ışıl ışıl…
Hayata inadına gülerek bakıyor.

Sabaha kadar çalışmış, 24 saati tamamlamıştı.
Yorgun, bitkin… Ama yine de ışıldayan gözleriyle selamladı beni.
"Gel, güzel bir çay yapayım sana," dedim.
Çok mutlu oldu.
Ayakta içiyordu çayını, saygıdan oturmuyordu.

“Otur hadi,” dedim.
“Rahatsızlık vermek istemem abla,” dedi çekinerek.
Sonunda oturdu.
Yüzünde gülümseme, mahcubiyet ve içten bir insan sıcaklığı…

Sohbet etmeye başladık.
– Bu paraya bu kadar yük ağır değil mi?
– Yok abla, Allah’a şükür yetiyor.

Uzun zamandır aldığı paraya şükreden bir insan duymamıştım.
Şaşkınlıkla dinliyordum.

“İki kızım var. Biri altı, biri üç yaşında.
Büyüğü bu yıl okula vermedim.
Kıyamadım… Daha çok küçük.”

– Çekingen mi kızın?
– Evet abla, çok kırılgan. Bir laf etsek hemen ağlıyor.

Sonra sessizleşti.
"Altı ay ayrı kaldık eşimle," dedi.
"Ayrılmak istedi ama ben kızımı bırakamadım.
Bezi, maması, her şeyiyle ben ilgilendim."

Dedim ki: “Helal olsun sana Ahmet.
Senin yaptığını kaç erkek yapar?”
Oysa çoğu erkek, çocuğu anneye bırakır gider.
Üstüne bir de minnettarlık bekler.

– Olur mu abla? O benim canım, kanım.
Karımı görmesem olur ama kızlarım… Onlar her şeyim.

Gözlerim doldu.
– Peki şimdi?
– Allah razı olsun, araya girenlerle barıştık eşimle.
Şimdi her şey yolunda.

– Gerçekten tebrik ederim seni. Hayat okulunu başarıyla geçmişsin.
– Sağ ol abla. Ben sadece ilkokul mezunuyum ama elimden geleni yaparım.

Ve devam etti:
– Huzursuzluğu sevmem. Eşimden hiçbir şey gizlemem.
Her şeyimi bilir. Dürüstlüğü seçtim.
Başkalarından duymasındansa, benden duysun isterim.

Zamanında hatalarım oldu.
Arkadaşlarıma daha çok zaman ayırıyordum.
O yüzden ayrılmak istemişti.
Ama sonra gördüm; insanın ailesi her şeymiş.

– Kardeşim için kredi çektim, borcunu kapattım.
– Peki o da senin için aynı şeyi yapar mı?
– Yapmaz mı abla! Bizde kardeşlik, aile çok önemlidir.
Birlik, beraberlik olmadan yürür mü bu işler?

Ahmet’in yüzüne uzun uzun baktım…
Sıradan sanılan insanların hayatında ne çok ders gizliydi.
Oysa biz, çoğu zaman koşarken hayatın özünü kaçırıyoruz.

Ve o öz, Ahmet’in sade hikâyesinde gizliydi:

Doğruluk, Yetinmek, Sadakat.

Sevgilerimle,

Belgin BAYKAL

Kartallar Yüksek Uçar!









    Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanlardandır.
    Bazıları 70 yıl kadar yaşar.

    Ama bu uzun ömür için, 40 yaşına geldiğinde çok zor 
    bir karar vermesi gerekir.
    Çünkü bu yaşta pençeleri sertleşir, esnekliğini kaybeder.
    Avlarını tutamaz hale gelir.

    Gagası uzar, göğsüne doğru kıvrılır.
    Kanatları ağırlaşır, tüyleri kalınlaşır.
    Artık uçmak bile ona yük olur.

    Ve önünde iki yol vardır:
    — Ya ölümü kabul edecektir.
    — Ya da yeniden doğuşun acı dolu sürecine katlanacaktır.

    Bu yeniden doğuş, tam 150 gün sürer.

    Kartal, bir dağın zirvesine uçar.
    Uçmaya gerek kalmayacak kadar yüksek bir yerde, 
    güvenli yuvasına çekilir.

    Orada gagasını kayaya vura vura kırar.
    Gagası düştükten sonra sabırla yenisinin çıkmasını bekler.

    Yeni gagasıyla pençelerini söker.
    Yeni pençeleri çıktığında ise, kartlaşmış tüylerini 
    tek tek yolmaya başlar.

    Ve beş ay sonra…
    Kartal yeniden doğar.
    Yirmi yıl daha yaşamasını sağlayacak o güçlü uçuşa hazırdır artık.

    Bu hikâyeyi okumadan önce kartalı, doğuştan güçlü bir kuş sanırdım.
    Meğer onun asıl gücü; geçirdiği dönüşümde, 
    sabrında ve acıya katlanma iradesindeymiş.

    Bizdeyse, “Ben oldum!” egosu, daha hiçbir şey olmadan ortaya çıkar.
    Hiç emek vermeden kartal gibi gezilir.
    Bakışlar hep yukarıdan atılır ama içi boştur.
    Görüntü var, ama yürek yok.

    Özgürlüğüne, gücüne, karizmasına özenirler,
    ama o karizmanın nasıl kazanıldığını umursamazlar.
    Geçtiği yollar, verdiği mücadele hep göz ardı edilir.
    Çünkü herkes kartal gibi görünmek ister,
    ama kartal olmanın bedelini ödemek istemez.

    Unutmayın!
    Gerçek kartallar yüksek uçar.
    Sahte olanlarsa bir süre uçar, sonra hızla yere çakılır.

    Çünkü kartal olmadan kartal gibi yaşamaya çalışırlar.

    Eğer gerçek bir kartal olmak istiyorsanız:

    Başarılı insan “Yardım edeyim” der.
    Başarısız “Bu benim işim değil.”

    Başarılı, her soruna çözüm arar.
    Başarısız, her çözümde sorun bulur.

    Başarılı, zorlukta fırsat görür.
    Başarısız, fırsatta bile zorluk arar.

    Başarılı “Zor olabilir ama imkânsız değil” der.
    Başarısız “Mümkün olabilir ama çok zor” der.

    Başarılı insanın bir planı;
    Başarısızın ise bir mazereti vardır.

    Sevgilerimle,

    Belgin BAYKAL

    Kınalı Ali





    Üst Teğmen Faruk cepheye yeni gelen askerleri kontrol ediyor 

    bir taraftan onlarla laflıyordu.

    Nerelisin? Gibi, sorular soruyordu.

    Bir ara saçının ortası sararmış bir çocuk gördü.


    “Adın ne senin evladım? …”

    “Ali…”

    “Nerelisin? ”

    “Tokat Zile komutanım”

    “Peki evladım bu kafanın hali ne? ”

    “Anam cepheye gelirken kına yaktı komutanım…”

    “Neden?”

    “Bilmiyorum komutanım…”

    “Peki! Gidebilirsin Kınalı Ali”

    O günden sonra herkes ona “Kınalı Ali” der ve 

    kafasındaki kınayla dalga geçerler..

    Ama kısa sürede cana yakın ve cesur tavırlarıyla 

    tüm arkadaşlarının sevgisini kazanır Ali.

    Bir gün ailesine mektup yazmak için arkadaşlarını çağırır. 

    Çünkü okuma yazması yoktur Ali’nin.

    Hep beraber başlarlar yazmaya.

    Ali söyler, arkadaşları yazar:

    “Sevgili anne babacım, ellerinizden öperim. Ben burada çok 

    iyiyim, beni merak etmeyin…”

    Kız kardeşini ve kendinden bir küçük erkek kardeşini sorar.

    Köyündekilerin burnunda tüttüğünü yazdırır.

    Kendilerini merak etmemesini, onlar var oldukça düşmanın 

    bir adım bile ilerleyemeyeceğini yazdırır.

    Gururla mektubu bitirir neden sonra aklına gelir ve yazının 

    sonuna anasına not düşer

    (Ali’nin kendisinden hemen sonra askere gelecek bir kardeşi 

    daha vardır)

    “Anacığım kafama kına yaktın burada komutanlarım ve

    arkadaşlarım benle hep dalga geçtiler.

    Sakın kardeşim

    Ahmet’e de yakma! Onla da dalga geçmesinler! Ellerinden 

    öptüm…”

    Aradan zaman geçer. İngilizler kesin netice almak için tüm 

    güçleriyle Gelibolu’ya yüklenirler.

    Bu cepheyi savunan erlerimiz teker teker şehit düşerler.

    Bunlara takviye olarak giden yedek kuvvetlerde yeterli

    olmamıştır.

    Gelibolu düşmek üzeredir.

    Kınalı Ali’nin komutanı da olayı görüp yerinde duramaz.

    Kendisinin bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildir.

    Onlar yeni gelmiştir.

    Komutanların bu düşünceli halini gören ve durumun 

    fazlasıyla önemini anlayan Kınalı Ali ve arkadaşları, 

    komutanlarına yalvar yakar oraya gitmek istediklerini 

    söylerler.

    Komutanları onları ölüme gönderdiğini bile bile çaresiz 

    gönderir.

    Kınalı Ali’nin bölüğünden kimse sağ kalmaz hepsi şehit 

    olmuştur.

    Aradan zaman geçer. Kınalı Ali’nin ailesine yazdığı 

    mektubun yanıtı gelir.

    Komutanları buruk ve gözleri dolu dolu mektubu açıp 

    okumaya karar verirler.

    (Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.)

    Babası anlatır Ali’nin: “Oğlum Ali

    nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim selam ederim.

    Öküzü sattık paranın yarısını sana,

    yarısını da cepheye gidecek kardeşine veriyoruz.

    Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum zaten.

    Artık Zahireye de fazla ihtiyacımız olmadığı için 

    yorulmuyorum da.

    “Siz sakın bizi merak etmeyin, bizi

    düşünmeyin” der, köyü, akrabalarını anlatır ve mektubu

    bitirir.

     “Ali ananın da sana diyeceği bir şey var…”

    “Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler, 

    kardeşime de yakma demişsin.

    Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle 

    seninle dalga geçmesinler. Biz de üç şeye kına yakarlar:

    1- Gelinlik kıza; gitsin ailesine, çocuklarına kurban

    olsun diye…

    2- Kurbanlık koça; Allah’a kurban olsun diye…

    3- Askere giden yiğitlerimize; vatana kurban olsunlar

    diye…

    Gözlerinden öper selam ederim. Allah’a emanet olun…”

    Mektubu okuyan Ali’nin komutanı ve diğerleri hıçkıra

    hıçkıra ağlamaya başlarlar…


    Sözün bittiği yerdedirler…


    “Çanakkale geçilmez” bu uğur uğruna verilen canlar, dökülen 

    kanlar tüm analar tarafından helal edilmiştir. Ama terör için 

    aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.

    Hiçbir ana, karnında dokuz ay taşıdığı yavrusunu, her gün 

    gözünün içine baka baka büyüttüğü kuzusunu, hain 

    saldırılarla koca bir hiç uğruna kaybetmeyi kabullenemez.

    Bu acıyı dindirecek ne para! ne de manevi destek olabilir.

    Artık,

    “Terörü lanetliyoruz, içimiz yanıyor” diyen büyüklerimizin yangınına

    samimiyetle bakamıyorum.


    Bir sabah uyandıklarında,

    ucuz bir terör saldırısında kendi çocuklarını kaybettiklerini düşünsünler.

    Doğumundan bugüne kadar yaşadığı her anı

    gözlerinin önünden geçirsinler.

    Bu ağır kaybetme duygusunu yaşamadan bu acı gerçekten anlaşılmaz.

    Ve bu terör bitmez.


    Evladımı öldüren birine dostça elimi uzatamam,

    kusura bakmasın kimse.


    İçinde öfke ve kini dinmemiş biri, her zaman potansiyel bir katildir.

    Bir gün, bir fırsat bulduğunda intikamını mutlaka alır.

    Bu yüzden barış yaklaşımı herkese uygun değildir.

    Evlat acısından, en yakının acısından söz ediyoruz.

    Telafisi olmayan acılardan...


    Olaylara daha akılcı ve sağduyulu bakmak gerekir.


    Bu dünya, hep söylediğimiz gibi geçici.

    Ama hayatlarının baharında, bir sürü hayalle toprağa verilen şehitlerimiz…

    Onlar yarım kaldılar.

    Kimisi yeni doğmuş çocuğunu göremedi.

    Kimisi nişanlısını, kimisi annesini,

    kimisi tüm sevdiklerini gözyaşlarıyla arkada bıraktı.


    Her şeyin bir vebali vardır.

    Ve bazı veballerin ödemesi çok ağırdır.


    Bu acılara sebep olan herkesin,

    Allah yardımcısı olsun.


    Belgin BAYKAL

    Ezik Demeyin Kimseye

    Toplumun sessiz kahramanlarıdır onlar. Kendini öne atmayan, ama her şeyin farkında olan insanlar. Onlara ezik derler, çünkü bağırmazlar. Çün...