8 Mayıs 2012 Salı

Düğün ve Cenaze!








 

Hayatımızın iki önemli katılım merasimi…
Birisinde mutluluğu, diğerinde acıyı paylaşmak.
İkisi de amaçları iyi olsa da ne kadar çelişkilerle doludur aslında.
Düğün merasimlerini düşündüğümüzde;
Aylar öncesinden başlar hazırlıklar, iki tarafı da memnun etme telaşı, ortada bir sürü laf söz, herkesin tecrübesi ve beklentisi, gelin ve damadın en çok bunalıma girdiği süreç…

Hiçbir şeyin yetişemeyeceğinin düşünüldüğü, hep bir aksilik beklentisiyle geçirilen dönemde

sonunda beklentiler yerini bularak düğün merasimi gerçekleşir.

Geride kırılanlar, unutulanlar ya da ilgilenilmeyenler olarak bir sürü memnuniyetsiz insan kalır.

Ne için yapılır bu düğünler?

Gergin ve rakip görünümlü aile taraflarını bir araya getirmek ve eğlendirmek için mi?

Eş, dost gibi bilinen insanların dedikodularına maruz kalmak için mi?

Evlenecek çiftlerin kendilerini eğlendirmeleri için mi?
Yoksa “Düğünümüz oldu” demek için mi?
İki tarafın da kayıp günüdür aslında eğlenilen gün.
Bir taraf “Gül” gibi kızını vermiş, diğer taraf “Aslan” gibi oğlunu.
Çocukların yuvalarından uçtukları gün yani!
Başka hayatlarda, başka soluklar ve uyanışların başladığı!
Zor bir süreç başlar her iki taraf içinde.
Aileler çocuklarının hayatlarını çekilip uzaktan izleyemezler!
Eskisi gibi görüşmek ve bir arada olmak isterler.
Görüşemedikleri her hafta için sitem dolu mesajlar verilir.
“Niye aranıp sorulmuyoruz ”diye!
Çocuklarda, kendi programları ve kararları doğrultusunda davranmak ister.
Böyle olunca iki tarafın da durumu daha da zorlaşır.
Evlenince her şeyin daha güzel olacağına inanan çiftler şaşırırlar.

Böyle mi devam edecek bundan sonrası diye!
Beklentiler bitmediği sürece böyle sürüp gider.
Flört ettiğiniz günleri özler olursunuz.
Önlem alınmazsa büyük hasar alır beraberlikler.
İdare etmek ve sabırlı olmak şart olur…
Cenaze merasimleri de başka bir yıkımdır insan hayatında.
Sevdiğini kaybetmek ve çok özlemek…
O acıyı sadece yakınları bilir.
Onlardan başka kimsenin içi yanamaz, onlar kadar kimse içten üzülemez.
Ne kadar üzgün olduklarını belirtseler de acılı ailenin yanında hafif kalır sözler.
Onlar üzüntü ölçer bir şekilde, cenaze sahiplerinin kimliklerini saptarlar. 

Ve en çok kimin üzüldüğüne karar verirler.
Diğer yandan da cenazeye katıldığı için huzurlu, bir gün aynı acıyı yaşayacağı için üzüntülüdür.

Düğün de cenaze de kayıptır aslında;
Birisinde daha az görürsün, diğerinde hiç göremezsin ve çok özlersin...
Ne kadar olaylar farklı yaşansa da bugünlerde eşimizi dostumuzu yalnız bırakmamalıyız.
Acıda, mutlulukta samimiyetle paylaşılarak azalır ve çoğalır…


Sevgilerimle

Belgin BAYKAL

Menajer Aileler...










Yıllar önce ‘aileler yarışıyor’ diye, Erol EVGİN’ in sunduğu bir program vardı.
Biz bitti diye düşündük ama aileler arasındaki bu yarış halen devam ediyor.
Kadınlar kadınları,
Erkekler erkekleri,
Çocuklar çocukları çekemez oldu…
Herkeste bir yarış!
Herkesin gözü birbirinin hayatında.
Birbirinin eşinde, birbirinin çocuğunda…
Kimse hiçbir şeyden mahrum kalmamak derdinde.
Çocuklar en iyi yerlere gönderilmeye çalışılıyor.
Bütçeler yoklanıyor ve elde etmek için büyük çaba harcanıyor.
Menajer ailelerin çocuklarını gönderdikleri yerler takip ediliyor, oyun, spor ve sanat merkezleri araştırılıyor ve kayıtları yaptırılıyor.
Terlemesin, koşmasın, yürümesin, zorlanmasın diye tembih ediliyor.
Bilinçsizce her şeyin içinde yer alma telaşı yani!
Çocuklar mutsuz ve doyumsuz.
Paylaşım nedir bilmiyorlar!
Ayrı odaları, ayrı hayatları oldu, ruhları bozuldu.
Sürekli bir sıkıntı ve ne yapsam telaşı!
Bütün gün bırakılsa, bilgisayardan kalkamayan tekerlekli sandalyeye mahkûm bir gençlik gibi...
Sokakta oynayamayan, kurstan kursa koşturulan, enerjilerini atamayan, yemek tercihleri fast foot olan bir nesil.
Bu nesli yetiştiren bizler çocuklarımızı çok seviyoruz değil mi?
Hiç kimse onlara hiçbir şey söyleyemez, yapamaz durumları,
Bu zihniyetle okullara gönderiyoruz ve öğretmenlerden onları eğitmelerini bekliyoruz.
Şımartılmış ve her şeyi yerine getirilmiş çocuklara öğretmen ne kadar eğilebilir. 

Ne kadar söz geçirebilir?
Her hamlesinde karşısında bulacağı velileri düşününce ne kadar verimli olabilir?
Herkesin çocuğu dokunulmaz olursa, okulların yetersizliğini boşuna tartışmayın,
Eğitim evde başlar okulda şekillenir.
Öğretmen sevgisi, saygısı evde verilir.
Çocuklarımızı gerçekten seviyorsak onların koruması olmaktan vazgeçmeliyiz.
Onlar kendilerini korumayı, eleştirmeyi, hatalarını bulmayı kendileri yaşayarak öğrenmeliler.
Hayatları boyunca biz onların yanında olamayız.
İş hayatlarında yöneticileriyle sorun yaşadıklarında yine velisi olarak koşabilecek miyiz yanlarına? 
Bırakalım hayatla mücadele etmeyi öğrensinler.
Her şeye çabuk sahip olmasınlar!
Bazı şeylere zor kavuşsunlar ki kıymet bilsinler.
Bizler böyle yetiştik, hayal ederek ve çabalayarak.
Kendi çabamızla sahip olduğumuz her şey kıymetli oldu.
Bize anlatılanları ne kadar dikkate aldık?
Yapma denilen şeyler daha cazip olmadı mı?
Hepimiz bildiğimizi okumadık mı?
Seçimlerimizi kendi isteklerimiz doğrultusunda yapmadık mı?
Tabii ki çocuklarımızın her zaman yanında olacağız,
Ama menajer ya da koruma görevlisi olarak değil!
Gözetmen ve dinleyici aile olarak!
Biz nasıl ailemiz olsun isteriz?
O zaman öyle olmaya çalışalım.
Sevgi dolu ama kıvamında korumalı…

 

Sevgiyle Kalın…
Belgin BAYKAL

Sonuna Kadar Kadınımsın!










Nasıl bir duygudur bu! Baştan kıymet bilmemek, aldatmak, terk etmek, onu yok saymak ama onun başka bir hayatta soluk almasına da tahammül edememek.

Karşı taraf için hissettiği mülkiyetçilik duygusu ve paylaşamama hali ne kadar hastalıklı bir durum.
Bıraktığı ya da terk edildiği kadının sürekli mutsuzluğunu ve yok oluşunu beklemek.
Bir erkek hayatını yaşamayı seçerken, kadın itaat eder ve kabullenir, intikam peşinde koşan kadın erkeğe oranla daha azdır.
Aynı hayatı kadın seçerken neden namusundan ve seçiminden dolayı suçlanır.
Neden erkek gibi destek görmez!
Neden isminin başına ilaveler eklenir?
Erkeğin adı nam kazanırken, kadın neden bu kadar kötü muamele görür.
Duygular ve beklentiler aynı değil midir?
Mutluluk ve huzur kadının aradığı şeyler arasında yok mudur?
Hayatı hep yetinmek üzere mi kurulmuştur?
Neden bütün hoşgörüler kadın da son bulur?
Biten beraberliklerde, neden fedakarlıklar hep kadından beklenir?
Başta güzel başlayan ilişkiler bittiği zaman hep intikam mı taşımalıdır?
Ayrıldıkları eşlerini başkalarıyla paylaşamayan, 3. sayfa haberlerine kadar olayları taşıyan egosu

yüksek, zayıf erkekler. Nedir istedikleri?
Her yerde bir eşi ve sevgilisi olsun, her şey onun istediği gibi mi olsun?
Yetiştirilirken anneleri tarafından çok kollanan ve özel bir yerde tutulan erkeklerin böyle düşünmesi çok doğal.

Eşlerinde beğenmedikleri ve eleştirdikleri birçok davranışı oğullarında değiştiremeyen annelerin  yetiştirdiği erkek çocukları, gelecek için hiçbir umut vadetmezler. Eski öğretiler yeni nesile aynı şekilde yansır.

Ama aynı anne, kız çocuğunu yetiştirirken farklı bir görüş sergiler.

Daha paylaşımcı, idareci, yuvasına ve eşine itaat eden, fedakarlık ve tek eşlilik üzerine süsler beynini ve hayallerini…
İki farklı düşünce ile yetiştirilen kişilerin aynı evde bir araya gelmesi ve uzlaşması çok kolay olmaz!
Sonuç böyle olunca, sadece kendisini düşünen ve her türlü hakkı kendisinde gören erkekler çoğunlukta.

Birliktelikler ve ilişkiler insan olduğumuz sürece bizimle beraber olacaktır.
Yanlış kararlarda alabiliriz, hata da yapabiliriz.
Ama “Böyle geldi, böyle gider” diyemeyiz!
Hatalar ders almak içindir.
Yaşanılan ne varsa, bütün duygular insana dairdir ve cinsiyeti yoktur.
İyide hatırlanabilir, kötüde!
Önemli olan saygı ve sınırlardır.
Kararları doğrultusunda seçtikleri yollarda, birbirlerinin düşmanı değil, ortak paydada destekçisi olunmalıdır. Belki o zaman ayrılmalarda bile azalma olur.
Kısa hayatta kalıcı güzellikler bırakmak umuduyla…

Sevgiyle Kalın…
Belgin BAYKAL

Haddimizi Biliyor muyuz?











 

İnsanın doğası gerçekten şımarmaya çok müsait.
Bazı şeyleri taşıyabilmek kaldırabilmek, size tanınan hakların değerini bilmek ve istismar etmemek…
İşte bizim insanımız bu konuda çok sıkıntı çekiyor.
Birisinden biraz iyilik ve insanlık gördüğü zaman, kendisini vazgeçilmez görmeye başlıyor.
“Ben olmasam” şeklinde başlıyor hikayeler.
Bir sürü istek, talep takip ediyor devamında…
Verilenleri alırken karşı tarafı enayi, istediği zaman alamazsa hain ilan ediyor.
Yani, karşı tarafın insani duygularını farklı algılıyor.
İstediği gibi, kendisine göre…
Hadsizlikte böyle başlıyor işte!
Senin sunduğun olanaklarda, kendisiyle seni eşitleme ve aynı statüde görme eylemi.
Sana yaptığı her işi, iyiliğinden yapıyormuş gibi gösterme.
Bu durum karşısında düşünüyorsunuz!
Acaba! “Ben miyim burada mağdur olan” diye
Yapılanlar karşısında haddini bilmek, asil bir ruhtan geçer.
Her konuda kendinizi yetiştirmiş olabilirsiniz ama “Had” konusu içten gelen bir şeydir.
Nerede nasıl konuşacağını bilmek, karşı tarafa hitap ederken kimliğine ve yaşına göre
davranmak, mesafeleri koruyarak samimiyetin dozajını kaçırmamak…
Gerçekten ilişkileri korumak adına gerekli durumlardır.
Günümüz haddini bilmeyen bir sürü insanla doldu.
İşin acı tarafı onlarda “Hadsiz” çevrelerinden şikayetçi.
Yani kendi hadsizliklerini görmeden başkalarını düzeltme telaşı içindeler.
Güzel bir hikayeyle konuyu bağlamak istiyorum.
Ulu bir çınar ağacının hemen yanında, küçük bir kabak filizi boy göstermiş.
Bahar ilerledikçe, çınar ağacına sarılarak yükselmeye başlamış.
Yağmurların ve güneşin etkisiyle hızla büyüyerek, neredeyse
çınar ağacıyla aynı boya gelmiş.
Bir gün dayanamayıp sormuş çınar ağacına:
- Kaç ayda bu hale geldin ağaç?
- “82 yılda” demiş çınar…
- “82 yılda mı?” diyerek katıla katıla gülmüş ve çiçeklerini
sallamış kabak.
- Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
- “Doğru” demiş ulu çınar “Doğru”.
Günler günleri kovalamış, sonbaharın ilk rüzgarları esmeye başladığında;
Kabak önce üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar
arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış.
Bu defa endişeyle sormuş çınara:
- Neler oluyor bana ağaç?
- “Ölüyorsun” demiş çınar…
“Niçin?” diye sormuş kabak.
- “Benim seksen iki yılda geldiğim yere, sen iki ayda gelmeye çalıştığın için sevgili kabak” demiş çınar…
‘Haddimizi bilmeyi’ öğrenmeliyiz.
Haddimizi bilmezsek, haddimizi bildirenlere de tepki vermemeliyiz.

Her öğüt bize bir kazançtır, o an kırılsak da gücümüze gitse de kendi gelişimimiz için gerekli olarak görmeliyiz.


Sevgiyle Kalın

Belgin BAYKAL

Huzur Arıyorum Derken!














Herkesin içinde bir huzur arayışı ve bunun telaşı,

Bilmezler ki insanlar kendi huzurlarını kendileri yaratırlar.

Zamanla rahat bir yaşam bile insanın huzurunu kaçırma nedeni olur. 

Güzel, sorunsuz bir hayatın vardır, her gün gider gelirsin ve aynılıkları

sürdürürsün.
Sonra bu rutin güzellik seni rahatsız etmeye başlar.
Yaşadığın hayatta kusur aramaya başlarsın.
Durup dururken tadilat çıkarırsın, ev değiştirirsin, araba değiştirirsin, saç, baş, kilo verme, spor

şeklinde nükseder.
Bir süre mutlu olursun, sonra her zaman onlara sahipmiş gibi hissedersin kendini.
Yine arayışların başlar, eşine, dostuna, çocuğuna ailene takarsın. Onları değiştirmeye çalışırsın.
Bu arada kendini değiştirmek için hiçbir çaban olmaz.
Her şeyi karşı taraftan beklersin…
Bulamayınca da yine huzurun kaçar, mutsuz olursun.
Etkinlikleri takip etmek istersin sosyalleşmek adına, yanında sana uyacak birisini bulursan

şanslısındır. Monotonlaştık, enerjimiz bitti, ruhumuz farklı yerlerde şeklinde arayışlar başlar.
Huzuru kaçıracak şeylerin içine gönüllü gireriz,
Sonra “Niye bunlar bizim başımıza geliyor” diye söyleniriz.
Kısaca, “Rahat Batar”
Yaşanılan her şeyin bir bedeli vardır.
Yanlış ilişkilerde aranılan huzur insanı gerçek mutsuzluğa götürebilir.
İnsanın kendi iç huzuru olmadıkça, karşısına veya bir ilişkiye huzur vermesi mümkün değildir.
Hele ki işin içine bir de vicdan muhasebesi eklenirse, huzur artık rengi solmuş bir resim gibi olur bellekte…
Gerçek aşk ve sevgi, sevdiğin insanın hayatına ve sahip olduklarına saygı duymaktır.
Ama önce kendine saygı duymaktır.
Bu zaman tünelinde yolculuk tahterevalliye benzer,
Bir gün kendini göklerde, bir günde yerlerde bulursun.
Her gün “Nasılım” diye kendimizi yoklamak yerine,
Sahip olduklarımızın değerini bilip yetinmeyi çok görürüz.
İnsan ruhu karışıktır ve ıslahı zordur.
Ne yetinmeyi bilir, ne de kıymet bilmeyi.
Her zaman her şeyi yapmak için bir sebebi vardır.
Sebep bulamayınca da en büyük silahını kullanır,
“Her şey senin yüzünden” şeklinde…
Suçlamak en kolayıdır.

Suçluluk duymak ve bunu dile getirmek en zorudur.
Huzuru kaçmış insanların en büyük yalanı huzur aramaktır.
Çünkü huzur vermeyi bilmeyen insan huzuru bulamaz.
Kendisi bulamadığı gibi başkalarının huzurlu olmasından da rahatsızlık duyar.
Mutlu insanlardan hoşlanmaz.
Huzur arıyorum derken, huzur kaçırır…
Hayatımızda olan şeylerin değerini bilmek yerine, olmayanların eksikliğini duymak daha caziptir.

Gerçek huzur, her güne sağlıkla başlamak, elimizdekilerle yetinmek ve iyi insan olma yolunda tutum sergilemek.

Bundan sonrası ayrıntıdır.
Maalesef ki kaybetmeden hiçbir şeyin değeri anlaşılmaz.


Huzurla Kalın...

Belgin BAYKAL

Gül Gibi Kadınsın...








Bizde klasik bir düşünce tarzı vardır.

Kadın aldatıldığı zaman “Gül” unvanı alır.

Evlenene kadar kadın Gonca’dır aslında.


Evliliğin ilk yıllarında güldür.
 
Sonra yavaş yavaş gülün dikeni olmak için yol almaya başlar.

Evde kadın kendi düzenini kurmak ister.

Hani yuvayı dişi kuş yapar ya!

Aslında buradaki
 yuva, “Erkeğin yuvasını yapmak” için

kullanılmıştır.

Erkek, kadının izni olmadan eve hiçbir arkadaşını çağıramaz.

Evin bütün alanlarını ve eşyalarını müdahale görmeden

kullanamazAilesini eşine sormadan davet edemez.

Tabii bu daha çok çalışan kadınların evliliği için geçerlidir.

Çalışmayan kadının söz sahibi olması için ailesi tarafından

maddi durumunun çok iyi olması gerekir.

Eğer erkeğin eline bakıyorsa hiç şansı yoktur. Koşulsuz eşine

itaat eder. Tabii istisna çiftler de yok değil!

Evliliğin ilk zamanlarına balayı derler ya!

Bence bunun adını yanlış koymuşlar.

En çok kavga ve boşanma eylemi, bu ilk yılda gerçekleşir.

Çünkü iki taraf da eğitimlidir.

Benim sözüm geçecek eğitimi.

Her şeyin problem olduğu bu dönem bence tam bir kâbustur.

Bin bir özlemle bir araya gelen çiftler, zamanla o ilk

heyecanlarını kaybederler.

Kadın, erkeğin her davranışına takmaya başlar.

Yemek yemesinden, telefon konuşmalarına hatta tüm

davranışlarına…

Artık büyü bitmiş ve gerçekle karşı karşıya kalmışlardır.

Erkek sürekli eleştirilmekten ve aynılıktan sıkılınca yeni

aşklara yelken açar. Sebebi büyüktür… 

Evde huzuru ve heyecanı kalmamıştır.

Zamanla yapılan bu kaçamaklar herkes tarafından bilinmeye

başlar ve mağdur eş artık kendisine bir yol çizmeye karar

verir.

Bu yolun sonunda kadın toplumun gözünde “Gül gibi eş”

unvanını alır.

Hiç güllük ile alakası olmayan eşler bile bu unvandan itinayla faydalanır.

Evliyken eşine hiç önem vermeyen kadın, aldatıldığını

öğrendiği anda kendisiyle yüzleşir.

Saçında, yüzünde, kilosunda acil önlemler alır.

Tarzını değiştirir.

Amaç; karşısındaki insana neler kaçırdığını göstermektir.

"Benim gibi bir kadına bunu nasıl yapar?" psikolojisine kapılır. 

O zamana kadar “Aman bunu kim ne yapsın?”,

“Herkes benim gibi aptal mı?” şeklindeki konuşmalar, bir

anda yerini büyük intikam duygularına bırakır.

Kadın hala kendisini büyük haksızlığa uğramış sayar.

Ama yaptığı hiçbir şeyi gözü görmez.

Dört dörtlük bir kadın hisseder kendisini.

Çevresinde de onun böyle düşünmesine yardımcı bir sürü hemcinsi vardır.

Toplu olarak evin erkeğine beddua edilir.

“Hiç utanmadın mı gül gibi karına, çocuğuna bunları yaşatmaya?” şeklinde devam ederler.

Evlenirken herkes kendi beraberliğini özel sanır.

"Biz onlar gibi değiliz, biz farklıyız " şeklinde yola çıkar.

Zaten bu düşünme tarzı olmasa, bu kadar insan sürekli

evlenebilir mi?

Evlilikte en önemli şey, karşılıklı sevgi ve saygıdır.

Aşk alıp başını gitse de, elde çok güzel bir birliktelik bırakabilir. 

İş ki; iki taraf da bunun kıymetini bilsin.

Eğer sahip olduğun şeye değer vermezsen ve onu

sıradanlaştırırsan, elinden kaçtığı zaman boşuna üzülme.

Evlilik de bakım ister.

Arada bir yenilik ister heyecan ister güzel kelimeler ortalarda

gezsin ister. İster de ister…

Yani işin özü “Emek vermezsen, mutlu olamazsın”

Siz, siz olun; “Gül” unvanını almadan ruhunuza ve bedeninize

yatırım yapın. Hayatınızda herkes sizi terk edebilir.

Ama sizi terk etmeyecek tek şey, öz benliğinizdir.

Kendinizi sevin. Bu sevginizi sevdiklerinize de verin.

Hayatınızı beslediğiniz sevginizle kolaylaştırın…

"Aman evlendik işte; alan almış, satan satmış" mantığıyla

kendini bırakırsan, sonuç klasik ve nasırlaşmış bir evliliğe

dönüşür.

 


Belgin BAYKAL

Zamanın Farkında mısınız?









“Zaman su gibi gelip geçiyor” derdi büyüklerim.

O zaman ben küçüktüm anlamazdım bu sözlerin önemini.

Her şey onlara olurmuş gibi gelirdi.

Yüzdeki kırışıklıklar, her gün artan hastalıklar ve “Bizim

zamanımızda” diye başlayan sözler.

Anlatacak bir dolu hikayeleri olurdu…

Ben dinlerken masal gibi dinlerdim, öğütler verirlerdi bana.

Hep yaşanmış ve tecrübe edilmiş öğütler…

Hepsini onlar yaşamış, "Bizimkiler farklı" diye düşünürdüm.

Bir kere zaman farkı vardı aramızda.

Sonra da değişen bir nesil…

Nasıl aynı olabilirdi ki her şey?

Nesiller değişse, zaman her şeyi alıp götürse de,

Yaşananlar ilişki boyutunda hep aynıymış aslında.

Nedir bu “Zaman”?

Nasıl bir kavramdır?

Bir denizin akıntısı gibi bir şey mi?

Kendimizi bırakıp gittiğimiz,

Bazen dalgalarla boğuştuğumuz,

Bazen sükunetle üzerinde durduğumuz.

Bazen bonkörce harcadığımız, bazen her dakikasına dualar

yazdığımız…


Üzüntümüzde, tesellisi geçen günler olan yine “Zaman”

Sevincimizde, mutluluğumuzda bitmesini istemediğimiz süre

yine “Zaman”

Ne yaşanılırsa yaşanılsın her doğan gün bir umut olmalı.

Son nefesimizi verene kadar bizi mutlu edecek şeylerle

uğraşmalıyız.

Hobilerimiz olmalı, kendimizi oyalayacak ve ruhumuzu doyuracak.

Soframızı ve gönlümüzü açtığımız dostlarımız olmalı.

Bir dolu kitaplarımız olmalı okunacak…

Ziyaret edilecek büyüklerimiz olmalı bizi güzel anacak.

Bizimde hikayelerimizi dinleyecek bir nesil olmalı arkamızda bırakılacak. 

Anladım ki!

Yüzdeki kırışıklıklar, geçen zaman içerisinde ruh ve bedenin

farklı yarışı,

“Eskiden” diye başlayan sözler, tecrübeleri aktarma ve

paylaşma isteği,

Yaşlanmaya karşı direnme ve genç kalma savaşı her nesilde

aynı kalacak.

Sadece kişiler ve yüzler değişecek.

Yaşımızın hep aynı kalmayacağını düşünerek, büyüklerimizin yaşadıklarını tecrübe ederek,

Geleceği sağlama almak ve sonuna kadar çalışıp faydalı olmak asıl olan. 

Ruhumuza ve bedenimize yatırım yapalım.

Zaman geçip yaş ilerlese de bizi ona karşı savunacak tek şey,

Beden ve Ruh Sağlığı…

Sevgilerimle…
Belgin BAYKAL

    Konuşmamız Gerek

      Kendime bir hedef koymuştum. 3 tane kitap yazıp zirvede bırakacağım diye.) Aynen de verdiğim sözü tuttum. Yeni bir kitapla tekrar karşınız...