30 Temmuz 2013 Salı

Çocuklarımız Ne durumda?








Afrika’da çalışan bir Antropolog, bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir.

Ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü meyveleri yemek olacaktır.

Onlara “Hadi, şimdi başlayın birinci olan ödülü alacak” der. 

O anda bütün çocuklar el ele tutuşur, koşup ağacın altına beraber varırlar ve meyveleri yemeye başlarlar.
Antropolog, neden böyle yaptıklarını sorduğunda, şu yanıtı verirler; Bu UBUNTU’ dur.
Nasıl olur da diğerleri mutsuz iken birimiz o ödülü yiyebilir?

UBUNTU’nun anlamı çocukların dilinde “Ben, biz  olduğumuz için Ben’im” demekmiş.


Bir Afrika kabilesini düşündüğümüz zaman, medeniyetten ve paylaşımdan çok uzak görürüz. Oldukça doğal bir ortamda verdikleri yaşam mücadelesinde, içlerinden gelen bu duygu 
okuduğumda beni çok şaşırttı.
Kendi olanaklarımız ile büyüttüğümüz çocuklara verdiğimiz eğitimi düşününce utanmamak elde değil. 
Siz doğru şeyler öğretseniz bile bunları bozacak o kadar çok ebeveyn var ki…

Ama o kabilede düşünün ki, herkes aynı düşünce şekliyle yetiştirilmiş.
Çocuklarımızı kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen, rahatlarına düşkün bireyler olarak yetiştiriyoruz.
Onlara o kadar çok değer veriyoruz ki, kendi değerimizi unutuyoruz.
Ne isterlerse yapmaya çalışıyoruz, onların mutluluğu, bizim 
mutluluğumuzdan çok önemli bir hal almış durumda.
Kendi psikolojimizi bozacak kadar onlarınkini düzeltmeye çalışıyoruz.
Bütün hayatımız onların istekleri ve yetiştirilmesi üzerinde dönerken, sonra sorgulama bölümüne geçiyoruz.
Acaba! Doğru mu yapıyoruz?
Biz istiyoruz ki ne veriyorsak kıymet bilinsin, bize öyle dönsün!
Biz hayatımızı gönüllü olarak onlara sunuyoruz.
Birçok şeyden vazgeçiyoruz.
Ama bunları biz istediğimiz için yapıyoruz.
Onlar durumu böyle görüyor.
İleride yaptıklarınızı saydığınız zaman, şunları duymaya hazır
olun.
-Biz mi istedik?
-Keşke, benim için yapmasaydınız!
-Keşke hayatınızı yaşasaydınız!
“Kendi idealleriniz ve istekleriniz için yaptınız, şimdi neyin yüzleşmesi” diyecekler.
Maalesef! Doğruyu söylemiş olacaklar.
Ders aldırıyorsak, birincilik bekleriz.
Spor yaptırıyorsak, madalya bekleriz.
Sevdiği yemekleri yaparsak, övgü bekleriz.
Kısaca, verdiğimiz her şeyin karşılığını bekleriz.

Ben beklemiyorum diyen yalan söyler.
Beklenti her zaman vardır, sadece dozajı kişiye göre değişir.
Aileler, çocuklarını sadece eğitim ve iyi bir meslek sahibi olması için yetiştiriyor adeta. 

Bırakın paylaşmayı öğretmeyi, bir de içine iyice hırs dopingi gönderiyor.
Ahmet, 100 almış, Ayşe 90.
Senin neyin eksik de 80 aldın durumundalar.
Ben söyleyeyim; çocuklukları eksik, sosyalleşmeleri eksik, insan ilişkileri eksik.
“Sen yeter ki çalış! Ben, sana ne istersen alırım” sözü veren aileler olduk.
Yani, rüşvetçi çocuklar yetiştiriyoruz.
Sonra bu çocuklarımızdan ileride paylaşımcı, düşünceli, sosyal, sevgi ve saygıyı bilen, iyi eş, iyi kardeş, iyi evlat, şeklinde bir sürü misyon bekliyoruz.
Bu beklediklerimiz bize dönerse şanslıyız.
Çocuğun gerçekten içinde güzel şeyler varmış.
Çünkü bizim yetiştirme tarzımızla bunlar olmaz.
Olsa da zoraki olur. İstemeden, içinden gelmeden yapar.
Bilmemiz gereken tek şey var. Önce kendi mutluluğunuz.
Siz mutlu olmayı öğrenirseniz, aileniz de mutlu bir aile olur. 
Siz ne yansıtırsanız onu yaşarsınız
Çocuğunuza verebileceğiniz en güzel armağan, “Mutluluk 
ve paylaşımcı ruh” sahibi olmayı öğretmeniz.
Biz, Metropol bir şehirde yaşıyoruz ve Afrika kabilesinden 
çok daha farklı olmamız gerekirken, onlardan ders alacak 
haldeyiz.
Çocuklarınızı yetiştirirken;
Kendiniz nasıl yetiştirilmek isterdiniz?
Ebeveynleriniz nasıl olmalıydı? Diye, düşünün!

Afrika kabilesinde UBUNTU, Bizde AVUNTU… 
Sevgiyle Kalın,
Belgin BAYKAL

Aşkın Adı Delilik








Gerçekten de “Aşk, cennete yürüdüğünü sanırken, kendini cehennemde bulma şeklidir.” Filmden alıntı…  
Her şeyin olsa da takıntın aşkınsa olayın bitmiştir.
Ne yediklerin ne gezdiklerin ne de gördüklerin, hiçbir şey teselli etmez seni.!

Hayatın büyük bir tehlike altına girmiştir.

İş, ev, özel hayat hepsini birbirine katabilir.

Sevdiklerini kırabilir telafisi olmayan durumlarda bulabilirsin kendini.

Sağlıklı düşünemez ateşlere koşarsın.

Sana gerçekleri göstermek isteyen herkese düşman olursun.

Sadece âşık olduğun kişiyi düşünürsün, başka bir şey olmasın, tek konu o olsun istersin.

Bu hastalıklı hali isteyenleri ve dua edenleri anlamakta zorlanıyorum.

Bunun yerine “seveceğim ve hayatımı paylaşacağım birisini istiyorum” demeleri daha mantıklı olmaz mı?

Bana göre aşkın tanımı kavuşamamaktır.

Kavuştuğun ve hayatını paylaştığın insanla aranızda sadece sevgi kalır.

Heyecanın ve tutkunun olmadığı yerde aşk barınmaz.

Aşk sizi yoldan çıkartan, aklınızı ve mantığınızı ele geçiren çok zor bir hastalıktır.

Onun için sevmeyi dileyin aşkı değil!

Eğer adrenalin sevmiyorsanız tabii.)

Bakın Ümit Yaşar Oğuzcan aşkı ne güzel dile getirmiş…okuyunca daha iyi anlayacaksınız neden böyle düşündüğümü…


Milyon Kere Ayten

Ben bir Ayten'dir tutturmuşum Oh ne iyi Ayten'li içkiler içip

Sarhoş oluyorum ne güzel

Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin 

Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor 

Şarkılar söylüyorum 

Şiirler yazıyorum Ayten üstüne

Saatim her zaman Ayten'e beş var ya da Ayten’i beş geçiyor
Ne yana baksam gördüğüm o
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor 

Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz  

Günlerden Aytenertesidir
Odur gün gün beni yaşatan
Onun kokusu sarmıştır sokakları
Onun gözleridir şafakta gördüğüm
Akşam kızıllığında onun dudakları
Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim  

Ayten’i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz
Bir kadehte sizinle içeriz Ayten'li iki laf ederiz 

Onu siz de seversiniz benim gibi
Ama yağma yok
Ayten'i size bırakmam
Alın tek kat elbisemi size vereyim 

Cebimde bir on liram var
Onu da alın gerekirse
Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar 

Parasızlık da bir şey mi
Ölüm bile kötü değil
Aytensizlik kadar
Ona uğramayan gemiler batsın 

Ondan geçmeyen trenler devrilsin 

Onu sevmeyen yürek taş kesilsin 

Kapansın onu görmeyen gözler 

Onu övmeyen diller kurusun
iki kere iki dört elde var Ayten 

Bundan böyle dünyada
Aşkın adı Ayten olsun

Ümit Yaşar Oğuzcan 
Sevgilerimle,
Belgin BAYKAL

İşte! Yine 14 Şubat






                                                   



Dal rüzgârı affeder,

Ama kırılmıştır bir kere.

Her gün yeni bir keder bulur,

Yakıştırır göğsüne.

Günler geçer yıl olur,

Aslında hepsi aynı hikaye.

Dal rüzgârı affetse bile,

Kırılmıştır bir kere.

Cam yapışır, kalp yapışmaz!

Sen unutsan bile ruhun unutmaz.

Zaten unutmak da bize yakışmaz.

Aşk acısı olsa bile,

Dal rüzgârı affeder.

Ama kırılmıştır bir kere…


Tuna KİREMİTÇİ


Çevremizle ilişkilerimiz; işte! Bu güzel şiir gibi...
Verdiğimiz değerin karşılığını göremeyince daha çok kırılırız.
Kendimize döneriz, yalnızlaşırız.
Duygularımız öksüz kalır, yetim kalır sanki.
Sonra kendimize kızarız, neden ederinden çok değer veririz diye.
Yine rahatlayamayız ve deriz ki,” ben doğrusunu yaptım, karşımızdaki anlamıyorsa bu onun sorunu.”
Ama yine olmaz! Bu sorun iki kişinin sorunu olur.
Ne edilen özürler ne yapılanlar ne de başka şeyler içimizdeki kırgınlığı geçirmez.
Sadece içten bir özür ve af dilemek sizi iyileştirse de kırgınlıklarımız her zaman bir kelimeyle, bir olayla yine aynı yerden sızlar.
Bu güzel 14 Şubat Sevgililer Gününde, yine herkeste sevgili olma telaşı başlamıştır.
En iyi şekilde bugünü geçirme telaşı. 
Birbirine hava atma ve yaşadıklarından bahsetme!
Herkes yaşadıkları güzellikleri kendine saklasın, iki kişinin mahremi olsun.
Sevgili olmak için illa karşı cins olmasına gerek yok.
Kendinizin sevgilisi olun, o günü kendinize ayırın, içinizden nasıl bir gün geçirmek istiyorsanız onu yapın.
Ne zamandır gitmek istediğiniz bir yer varsa oraya gidin, o günü kendinize hediye edin.
Sevgilisi olanlar! Sizde kavgasız, gürültüsüz, beklentisiz, güzel bir gün geçirin.
Küçük detaylara takılmayın, özüne bakın davranışların.
Size değer verilmiş mi? Bir çaba harcanmış mı?
Hayat sevginizi harcayacağınız kadar uzun değil maalesef.
Kıymet bilin, kıymet görün.
Ben sabahtan Taksim’de kendimi gezdiriyor olacağım, sizi bilmem. :)


Hepinizin Sevgililer Günü Kutlu Olsun…

Belgin BAYKAL

Bir Kadını Mutlu Etmek!









Kadın, doğası gereği korunmaya muhtaç, sevgi ve şefkat peşinde koşan küçük bir kız çocuğudur.
En sert tipli bir kadın bile görseniz, içinde yaşayan küçük kız çocuğunu yaklaşımlarınızla fark edebilirsiniz.
Her kadının bir kırılma noktası vardır.
Kimisi parayı sever, kimisi aşkı,
Kimisi ilgi ve alakayı, kimisi saltanatı.
Kimisi macera peşinde koşan, kimisi durağan hayatı kovalayan.
Burada önemli olan, seçtiğiniz kişiyi ne kadar tanıyorsunuz?
Onun nelerden hoşlandığını biliyor musunuz?
Ya da iki şeyini öğrenip sonra da “Ne kadar zorsun” deyip yaftayı mı yapıştırıyorsunuz.
Bence ikincisi.
Çünkü kendinizi her şeyden daha kıymetli gördüğünüz için bir kadının duyguları, düşünceleri ve talepleri sizi çok ilgilendirmiyor.
En başından onlara bakış açınız, sorunlu ve anlaşılmaz görme şekli.
Oysa ki! Sizi de bir kadın yetiştirdi. 
Gözünüzün önünde her şeyi göre göre anlayarak büyümüş olmanız gerekirken, siz annenizi de kadın olarak değil, sadece ‘anne’ olarak gördünüz.
Onun ihtiyaçları, duymak istedikleri ve istekleri sizin ilgi alanınız olmadı.
O bir anneydi ve görevleri vardı. Onun dışında talepleri olamazdı.
Şartlar böyle olunca, bir kadını anlamak çok da kolay olamaz sizin için.
Kadınların anlaşılmaz görüldüğü noktaların temelinde, çoğunlukla erkeklerin duyarsız davranışları yatar.
En başından farklı yaratılmış iki farklı cinsin anlaşması zaten çok mümkün gözükmez.
Zevkler, hobiler, bakış açıları, yetiştiriliş tarzı ve duygusal semptomları, hepsi farklı!
Böyle olunca, geçim ehli olmak zorundayız.
Yani karşı tarafı anlayıp anlayış göstermek ve yapıcı olmak…
Onun kimliğine girmeden onun ne yaşadıklarını bilemezsiniz.
Kadın olmak! Gerçekten çok zor.
Dışarıdan gözüktüğü gibi rahat bir hayat sizi beklemiyor.
Şimdi “Ne yani bütün suç bizde mi, kadının hiç mi suçu yok” dediğinizi duyar gibiyim.
Haklısınız, gerçekten duygularına malik olmayan kadınlar da var, ne istediklerini bilmeyen, ruhları gezgin.
Bir erkeği elde edene kadar on takla atan daha sonra her şeyine takan değişken kadınlar.
Bir gün gezip tozma yanlısıdır, ertesi günü gittiği her yerden şikayetçidir.
Ne yediğini, ne giydiğini beğenir.
Sürekli değişiklik,  sürekli arayış içindedir.
Böyle olunca da bir erkeğe gerçekten o sözü söyletir.
“Bu kadın ne istiyor”
“Ne ile mutlu oluyor”
Bir erkeğe “Ben daha ne yapabilirim” dedirten kadınlardan uzak durmaktan başka çare kalmıyor.
Bırakın kendi huzursuzlukları ve mutsuzluklarıyla savaşsınlar.
Emek vereceğiniz kişiler gerçekten sizin çabanıza değmeli.
Gerisi boşa zaman kaybı olur her iki taraf içinde.
Tüm hem cinslerim bana kızsa da, doğruya doğru.
Her zaman erkekler haksız değil.



Sevgiyle Kalın.
Belgin BAYKAL

Bir Erkeğin Ayrılık Evresi





Her erkek gibi evlenecek ve eğlenecek kız derdindeydi Selim.
30 yaşına kadar arayışları hiç bitmemişti.
Ta ki ailesinin kabul edeceği, her yönüyle evlilik anlayışına 
uygun hayat arkadaşı Bahar’ı bulana kadar.
Ani bir evlilik kararıyla herkesi şaşırtmıştı. Güzel bir düğün ve balayı ile o da karışmıştı evlilerin arasına.
İlk bir yıl üzerine düşen görevleri fazlasıyla yapmıştı.

Ama daha sonra, evlilikten de biraz sıkılmış olacak ki, eski günlerini özleyip kaçamaklara başlamıştı.
Yalanlar, dolanlar, toplantılar, seyahatler derken Bahar'ı kandırdıkça mutlu oluyordu sanki.
İkinci yıllarında bir oğulları oldu. Selim çok iyi bir baba olmuştu.
Her gittiği yere biberonu ve bezini alarak Batuhan’ı da götürüyordu. 

Gerçekten oğluna çok düşkün nadir görülen babalardandı. 

Her şeyi olmuştu oğlu!
Yıllar geçmiş Selim' in ihanetleri farklı soluklarla devam etmişti.
Eşi Bahar’da onu takip etmekten ve şüphe duymaktan yorulmuştu. Son bir yıldır aralarında bir ilişki de kalmamıştı.
Bahar, Selim’in annesiyle o dönem ne yaşadıysa eve girmesini dahi istemiyordu. 

Selim de bunu bahane ederek daha da çok dışarılarda zaman geçiriyordu.
İpler gittikçe gerilmişti. Kavgalar artmış ve nihai sona doğru yol almışlardı. 

Bahar derdini defalarca anlatmaya çalışsa da Selim her defasında soruna, “Annem, oğlunun evine giremiyor” diyor başka bir şey demiyordu.
Bahar daha fazla dayanamadı ve ailesini çağırdı. 

Evliliğini bitirmek istiyordu. 

Selim, çok şaşırmıştı bu kararına. Bugüne kadar boşanma kelimesini defalarca kullanmışlardı ama ilk defa ciddi bir adım atılmıştı sanki. 

Bahar’ın babası, Selim’i kenara çekip,
-Oğlum neler oluyor size?
-Nasıl bu hale geldiniz? Kızım çok üzgün ve boşanmak istiyor.
-Sen ne düşünüyorsun?
-Selim yine bozuk plak gibi aynı cümleyi savurmuştu. 
Aramızdaki tek problem “Annem bizim eve, yani oğlunun 
evine giremiyor. Onun için ben de eve gelmek istemiyorum.
Bahar bu cümleyi duyar duymaz, bulunduğu odadan çıkarak onların yanına gelmişti.

-Neden yaptıklarını anlatmıyorsun da hep anneni bahane ediyorsun?
Tek sorunumuz annen mi? Ona gelene kadar sen eş olarak tüm görevlerini yaptın mı? dedi.
Yine konu dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyordu. 
Uzlaşamadılar. Selim ayrılmak istemediğini ama Bahar istiyorsa ayrılabileceğini söyledi.
Bahar da davayı onun açmasını istiyordu. İşler iyice inada binmişti.
Bahar ailesini Selim boşanma davası açana kadar göndermek 
istemedi. Yaklaşık altı ay, Selim kendi evinde sadece mutfağa hapsedilmişti. 1 yıldır emekli de olmuştu. Gidecek bir işi bile yoktu. Serbest iş kovalıyordu. Bahar’ın ailesi kızlarını yalnız bırakmıyordu. Ailecek evlerine yerleşmişlerdi.  

Selim her gün büyük bir sinir harbiyle erkenden evden çıkıyor, akşam da 
yüzlerini görmemek için geç saatlere kadar dışarıda kalıyordu.
İki tarafta sabır sınavı vermişti adeta. 
Selim çoktan taşınacaktı ama oğluna kıyamıyordu. 
Onu her gün görememek ve ayrılık psikolojisini ona yaşatmak istemiyordu.
Aslında bilmediği ya da kendine bile söylemekten çekindiği şey ayrılığın soğuk duruşuydu.
Kendisi  istemiyordu yuvasını dağıtmayı çünkü rahatça aldatacağı ona hesap soracağı bir eşi olmayacaktı.
İyi kötü bu hayata bu şekilde alışmıştı.
Alışkanlıkları onun ayağını bağlıyordu.
Evde huzuru olmayınca ilişkilerine de yansımış, kimseyle bir şey yaşayamaz olmuştu.
Artık Bahar’ın da sabrı iyice taşmıştı.
Selim’den hiçbir hareket göremeyince, istemeyerek ailesiyle ev tutmuş ve 1 hafta içinde kendisine ait olan eşyaları alıp taşınmıştı.
Birlikte aldıkları pahalı eşyaları da Selim’e bırakmıştı.
İşte Selim’in eve geldiği zaman hissettikleri, tarifi mümkün olmayan duygulardı.
O gün anlamıştı yuvasının dağıldığını ve her şeyin bittiğini. 
Bütün hayatı boğazına düğüm düğüm dizilmişti.
Soluk almakta güçlük çekiyordu, bu sonu hiç beklemiyordu o kadar yaşanılanlara rağmen.
Her zaman bir barışma payı bırakıyordu kendisine ya da eşine bu anlamda çok güveniyordu.
Artık istemeyerek bu sonu kabul etmeliydi. Ya da acil bir şeyler yapmalıydı.
Oğlu da artık 13 yaşına gelmiş bir ergen olarak bu konuda çekimser kalmış ve kararı onlara bırakmıştı.
Aslında o da biraz sorun yaratsaydı Selim’ in işine yarayacaktı.
Oğlunun makul davranması onun işlerini zorlaştırdı.
Her konuda destek aldığı bir arkadaşını aradı Selim.
“Ne yapabilirim yolun sonundayım” dedi.
Arkadaşı ona eşyaların kalanını da alması için Bahar’ı aramasını önerdi.
O arada bazı şeyler öğrenebilirdi. Bahar gerçekten artık gitmiş miydi?
Selim denileni yaptı ve aradı, Bahar oldukça ılımlı konuşmuştu.
Hasta olduğunu ve bunun böyle olmasını istemediğini söylemişti.
“Senin bir çaban olmayınca bende üzerime düşeni yaptım” 
demesiyle durum açığa kavuşmuştu.
Bahar yeniden denemeye hazırdı.
İşin tuhaf yanı, Bahar’ın bu yaklaşımı Selim’i yeniden havalandırmıştı. 

Aklı karışmış ve egosu kabarmıştı.
O eve süklüm püklüm giren, ‘yuvam yıkıldı’ diye çareler aramaya başlayan Selim,
“Bilmem kararsızım” şeklinde geri dönmüştü arkadaşına…

Arkadaşının bunun üzerine söyleyebileceği tek cümle “Bahar çok haklıymış seni terk etmekte, tek hatası yeniden dönmek olacak demesiydi”.
Selim bu sözler karşısında, “Galiba haklısın, benim her şeyden emekli olmam gerekiyor ama bu da çok ağır be abi" dedi.
Yeniden Bahar’ı ikna etti ve evlerine döndüler. 

Bakalım ne kadar iyi koca olacak, izlemeye devam etmek gerek!
Selim burada verdiğimiz bir örnekti. 
Çevremizde bu durumda olan o kadar çok Selim’ler var ki,
Ne kendini mutlu edebiliyor ne yaşadığı insanları.
Başka hayatları karıştırmaktan ve huzur kaçırmaktan başka bir işe yaramıyorlar maalesef.
Allah yardımcıları olsun bütün Selim zedelerin…


Sevgilerimle,


Belgin Baykal





Hoş Geldin Yeni Yıl!




Yine bir yıl daha geldi. Yılbaşı telaşı başladı.
Yeni yıla nerede ve kiminle girsek!
Evde mi otursak! Dışarıda mı kutlasak!
Kimlerle beraber olsak ya da bir başımıza pijamalarımızı giyip televizyonun karşısına geçip,
bütün yılbaşı programlarını mı eleştirsek!
Yılbaşı ağacı süslesek mi ya da kaldırması zor oluyor deyip üşensek mi?
Ya da günahtır, Hıristiyanların inancıdır deyip vaz mı geçsek!
O da olmadı! “Benim ağacımdan ve inancımdan kime ne” deyip en güzelinden yine de süslesek mi?
Bir sürü çelişkiyle yeni yılı karşılamaya hazırız.
Yeni yılın anlamı adı üzerinde;
Yaşanmamış yepyeni bir yıla geçiş, arınma, temizlenme…

O yıl yaşadığınız olumsuzlukların silinip yeni bir yılda daha az hata ile yola devam etme şekli.
Bu sene yapamadıklarını gelecek seneye aktarma.
Yeni başlangıçlar, yeni umutlar!
Bunların hepsi bir araya gelince insanın içinde başka bir coşku oluşuyor.
Yeni bir seneyi karşılama coşkusu.
İçinizde bu coşku varsa;
Süsleyin evinizi, ofisinizi gönlünüzce.
Nerede ve kiminle olmak istiyorsanız orada olun!
Yaşadığınız hiçbir şeyin pişmanlığını duymayın!
Kendisini seven ve tanıyan insan, sonradan üzüleceği şeyleri yapmaz.

Yapsa da pişmanlık duymaz.
Bu yıl bambaşka bir yıl olsun sizin için.
Gerçekten! İçinizde kalan ne varsa hayata geçirin.
Boş şeylere takılmayın, dedikodulara yoğunlaşmayın!
Bu yıl sizin müstakil yılınız olsun! Sadece size ait…
Sorumluluklarınızdan biraz izin isteyin, minik molalar verin gün içinde.
Daha çok telefonla konuşun sevdiğiniz insanlarla, olumlu şeyler radyasyon etkisini yok eder.)
Eski arkadaşlarınızı bulun,  hepsi size ayrı enerji verecektir.
Moral ve umut insanı her türlü hastalıklardan korur.
Yıllarca üye olduğunuz spor kulüplerinin artık hakkını verin.
Ödediğiniz para ile değil, orada yaptığınız fiziğinizle övünün.
Güzel yaşlanmanın bilincine varın.
Yaptığınız her şeyin zevkini çıkarmaya çalışın.
Elleriniz dolu marketten çıktıysanız, söylenmeyin!
Alabildiğiniz her şey için şükredin!
İş hayatınızda, ev hayatınızda yükünüzü azaltın.
Sadece kendi işinizden sorumlu olun.
Her türlü yeniliğe açık olun.
Ev işleriyle fazla vakit kaybetmeyin!
Kendinizi geliştirin ve zaman ayırın.
Kısaca “Hayatınızı kolaylaştırın”
Yaşadığınız her şeyin üzerine bir çizgi çekip, sil baştan deneyin inadına.
İşte size bir fırsat daha!

Şebnem Ferah'ın şarkısında söylediği gibi;

“Sil Baştan Başlamak Gerek Bazen, Hayatı Sıfırlamak”

Hepinizin yeni yılı kutlu olsun, umutlarınızın tükenmediği, her defasında yeniden ayağa kalktığınız, keşkelerinizin azaldığı, başarılarınızın çoğaldığı, sağlık ve huzur dolu güzel

bir yıl sizinle olsun… 

Mutlu Yıllar...
Belgin BAYKAL

Yaşın Dörtlü Rakamla Başlıyorsa!










Hayatın en korkulan yaşı sayılır 40’lı yaşlar.

Sanki her şey bitmiş, hiçbir şey yapamamış gibi.

Belki de yaşlanma etkilerini hissettiğin yıllar.

Ya da orta yaş grubuna dahil edildiğin zaman.

Ben de bu yaşlara gelmiş bir kişi olarak baştan biraz korkmuştum.

Ta ki kızımın arkadaşlarının teyze demesi ya da abla muhabbetleriyle…

Şu an bunların hiçbirinin benim için bir önemi yok.

Hayatta yaşımı bu kadar sevdiğim bir dönem olmadı.

Sezen Aksu’nun dediği gibi;
“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler”

Eğer bu aklımla verilecekse hemen isterim.

Ama! O toy ve ürkek zamanımsa, bu halim kalsın yeter.

Gençlik yıllarım hep koşuşturma ve güvensizlikle geçti.

Hiçbir zaman yaşımın güzelliğini yaşayamadım.

Hep korkularım ve endişelerim vardı.

Daha sonra evlilik hayatı karıştı o güzel yaşlarımın arasına.

Alışma ve kendime alıştırma dönemimdi.

Derken çocuk büyütme ve iki kat kaygı artışı.

O arada doğum günlerim ve gözümün önünden geçen yirmili ve otuzlu yaşlarım.

Koşuşturmalar, anlamaya çalışmalar ve anlaşılamadan mezuniyet dönemimdi sanki o yıllar.

O kadar çabuk geçti ki!

Eskiden anneannemle oturur sohbet ederdik. Bana hep gençliğini anlatmaya çalışırdı.

Ne kadar çabuk geçtiğini ve hiçbir şey anlamadığını...

Şimdi onu daha iyi anlayabiliyorum.
O yaşlar hep koşuşturma ve korkularla geçiyormuş.

Oysa şimdi!

Her şeye bakışım çok farklı.

Hayattan en keyif aldığım, kendimi en sevdiğim dönem.

Ne saçımdaki beyazlar ne kaz ayakları ne de başka ayaklar...

Hiçbir şey umurumda değil…

Sadece huzurum ve kendime aitlik duygum beni zengin kılıyor.

Kimseye kendimi sevdirme ya da anlatma telaşım yok.

Anlayan anlamıştır, anlamayan yoluna devam etmiştir.

Eski korkularımdan eser kalmadı.

Terk edilme ya da yalnız kalma korkusu.

Zaten hep yalnız olduğumu anlamış olmamda, işte bu dörtlü rakamlardı.

Her ne olursa olsun, kimseyle yola çıkılmayacağını ve tedbirli yaşamak zorunda olduğumuzu kabul ettiğimiz dönem.

Yani! Beklentisiz yaşam…

Kendinizi daha çok sevip, mutlu ettiğiniz bu yaştan sakın korkmayın!

Her şeyden arındığımız, geçmişten dersler aldığımız, beynimizi olumsuz düşüncelerden sıyırdığımız, en güzel ve verimli dönemi sevgiyle karşılayın.

Bu yaşın size kattıklarının farkındalığını yaşayın…



Sevgilerimle,
Belgin BAYKAL

Konuşmamız Gerek

  Kendime bir hedef koymuştum. 3 tane kitap yazıp zirvede bırakacağım diye.) Aynen de verdiğim sözü tuttum. Yeni bir kitapla tekrar karşınız...