30 Temmuz 2013 Salı

Brad PITT Diyor ki!










Brad PITT’ in karısı hakkındaki Konuşması:

“Karım hasta. Kişisel yaşamı, işi, kendi hataları ve çocukların sorunlarından 
dolayı sürekli gergindi.
Karım 14 kilo verip, 40 kiloya kadar düştü.
Çok sıskaydı ve sürekli ağlıyordu.
Karım mutlu bir kadın değildi.
Devamlı başı ağrıyordu, kalp ağrısı vardı ve kaburga arkasında sinirleri sıkışıyordu.
Sağlıklı bir uyku düzeni yoktu, sadece sabahları ve
çok yorgun olduğu zamanlarda hemen uykuya dalıyordu.
Bizim ilişkimiz bitmek üzereydi, ayrılma eşiğine gelmiştik.
Karım kendi güzelliğini bırakmıştı, gözlerinin altına torbalar vardı, yüzüyle alay ediyordu ve kendine bakmayı bıraktı.
Kendisine gelen tüm filmleri ve rolleri reddetti.
Artık ben de umudumu kaybetmiştim, yakında boşanacağımızı düşündüm...
Ama sonra bir şeyler yapma kararı aldım ve onun yanında uykuya dalmaya, ona sarılmaya başladım.
Çiçeklerle beraber duş almaya, onu öpmeye, övgüler söylemeye başladım.
Onu her dakika memnun görüyordum ve ona hediyeler alıyordum.
Beni yeniden sevme ihtimalini düşünemiyordum bile.
Sadece onun için yaşamaya başladım.
O’nun hakkında basınla sadece ben konuştum.
Bütün olayları onun yönetiminden aldım.
Onun ve ortak arkadaşlarımızın yanında onu övdüm,
inanmayacaksınız ama yüzünde çiçekler açtı, daha iyi hissetti.
Sinirlenmiyordu, beni hiç olmadığı kadar çok seviyordu ve kilo almaya başladı. 
Ve sonra bir şey fark ettim: Kadın, erkeğinin yansımasıdır.
Eğer erkek kadını deliler gibi seviyorsa, kadın gelecektir.


Bu yazılanları okuduğumda yine aynı kanıya vardım. 

Sevmediğiniz sürece sevilemezsiniz.

Emek vermediğiniz sürece mutlu olamazsınız.
Bu yaşanılanlar belki bütün evliliklerde ya da ilişkilerde olabilen şeyler. 
İnsanın günü gününe uymayabilir. 
Çok yorgun düşebilir. Eskisi gibi neşeli ve mutlu olmayabilir. 
Hemen bunları görünce “Artık evliliğim eskisi gibi değil! 
Karım iyice değişti ve hırçınlaştı. Beni anlamıyor” diye kenara çekilip izlemek yok. 
Karınız neden böyle davranıyor önce onu bir anlamaya 
çalışın.
Gerçekten ona kadınlığını yaşatıyor musunuz?
Her zaman ona destek oluyor musunuz? 
Onu gerçekten seviyor ve hissettiriyor musunuz?
Yoksa çocuklarınızın annesi unvanını verip, bir kenarda hayatını geçirmesini mi izliyorsunuz?
Eğer böyle yapıyorsanız iki mutsuz var hayatınızda.
Karşı tarafı mutlu edemediğiniz sürece sizde mutsuz ve küçük avuntularla tamamlarsınız hayatınızı.
Mutlu olmak hayaliniz olur
Kısaca; Mutluluk size gelmez.
Sizin verdiğiniz emeğe gelir.

Hiç kimse sizi sürekli mutlu etmek zorunda değildir. 
Sizin davranışlarınız o mutluluğu sürdürür ve kalıcı kılar
Haydi! Artık sizde kendiniz için bir şeyler yapın.
Mutluluk hepinizin hakkı. Hakkınıza sahip çıkın.
Brad Pitt, bunu o ego ile yapabiliyorsa, sizin yapamamanız düşünülemez.

Sevgilerimle;
Belgin BAYKAL

    Para ve Hayat
















    “İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı?

    Bu, insana bağlı.” demiş, “Özdemir ASAF”

    Ne de güzel söylemiş!

    Her şeyin para olduğu bu devirde, insanların para için yapamayacakları bir şey kalmadı gibi.

    Dinini, dilini, ırkını, şerefini, namusunu, sevgisini, her şeyini satan insanlar.

    Yine mutluluğu yakalayamıyorlar.

    Gerçek mutluluğu aldıklarında değil, alamadıklarında arıyorlar.

    Sahip olduklarını kendilerinin, yeni alacaklarını ise gelecekteki mutlulukları olarak görüyorlar.
    Şu makama gelirsem! Her şey çok güzel olacak!
    Şu evi alırsam, kredilerimi kapatırsam,
    Şu arabayı değiştirirsem,
    Şu yat,

    Şu kat derken!

    Altından kalkılması güç istekler ve elde var yine mutsuzluk!

    Siz hayatınızı sadece bunlara sahip olursanız yaşabileceğinizi  sanıyorsunuz.

    İşte yanılgı orada başlıyor…

    Hayatın her anı güzel, elinizde olanaklarınız varken değerlendirin.

    İnsanlara bakarken gözlerinizde “Para” ibaresi oluşmasın.

    İnsan olarak bakın, "Bu insanın bana maddi getirisi nedir" diye değil!

    Daha az kazanın, daha çok yaşayın.

    Çok kazanmak adına hayatı kaçırmayın.

    Hırslarınız mutsuzluğunuz olmasın.

    Onlara teslim olmayın.

    Çok lüks yerlerde yemek yemeseniz de olur!

    Önemli olan karnınızı ve ruhunuzu doyurmak değil mi?

    Arabanız az yakan normal bir aile arabası olsun ne çıkar?

    Kime hava atacaksınız?

    Telefonunuz sadece ihtiyacınızı görsün, hiç anlamadığınız bir sürü özellikleri olan telefonu sadece” Alo” demek için almayın.

    Hobiler geliştirin, geç yaşlanmak için sağlığınıza ve 
    bedeninize yatırım yapın.

    Kendisini geliştiren, sorunlarıyla baş edebilen insanlarla görüşün.

    Sizi geriye götüren ve mutsuzluk aşılayan kişilerden kaçın.

    Seçici olun hayatta!

    Her şeyiniz az ve öz olsun, görüştüğünüz insanlar bile.

    Kuru kalabalık sadece sorun getirir onu zenginlik sanmayın.

    Düştüğünüzde, hastalandığınızda yanınızda kaç kişi görebilirsiniz onu belirleyin.

    Gerçek dostlar iyi günde, kötü günde, her anınızda yanınızda 
    bulabildiğinizdir…

    Sizin idare ettikleriniz dostunuz değildir. 

    Arada idare edilen oluyorsanız,  sevinin! 

    Dostluğunuz iyi gidiyor demektir.

    Gelelim sağlığa;

    Bütün gün masa başında çalışan insanlar, bedeninize 
    bir iyilik yapın ve onu biraz sporla yorun.

    Hiç kıpırdamadan sadece ihtiyaç molası vermek adına yapılan 
    hareketlerle bedenin ölümünü gerçekleştiriyorsunuz.

    Sağlığınıza dikkat edin, abur cubur ne varsa midenizi doldurmayın.

    İnancınızı ve dualarınızı eksik etmeyin, en büyük meditasyon 
    içten okunan dualardır.

    Suni olan her şeyden kaçın…

    Kendinize ve duygularınıza sahip çıkın.

    Kimseyi sevmek zorunda değilsiniz! Ama saygı göstermek 
    zorundasınız.

    Kimseyi kandırmayın! Unutmayın ki her mazlumun arkasında 
    onu koruyanı vardır.

    Kendinize önem verin ama başkalarının da önemli olduğunu 
    unutmayın!


    Sevgilerimle,
    Belgin BAYKAL

    Geleceğin Suçlusunu Yetiştirmek!









    Üstün DÖKMEN derki; Geleceğin suçlusunu yetiştirmenin 8 Basit kuralı!

    1-Küçükken daha, çocuğa ne isterse vermeye başla! ki, herkesin onun geçimini sağlamakla mükellef olduğuna inansın…

    2-Fena sözler söylediğinde gül! ki, kendisinin akıllı olduğuna inansın…

    3- Ona düşünmeyi, beynini kullanmayı öğretme sakın! Bırak, on sekizine gelince kendisi karar versin.

    4- Yerde bıraktığı her şeyi kaldır: kitaplarını, giysilerini, pabuçlarını, Onun için her şeyi sen yap! Ki, sorumluluklarını hep başkalarına yüklesin…

    5- Onun önünde sık sık kavga et! Ki, bir gün aile parçalanırsa pek de şaşırmasın…

    6- Ona istediği kadar harçlık vermekten kaçınma!  Asla kendi parasını kazanmanın
    ne demek olduğunu öğrenmesin…

    7- Yiyecekmiş, içecekmiş, konformuş, tüm arzularını yerine getir! Ki, istediklerini her zaman elde etmeye şartlansın…

    8- Komşulara, öğretmenlere, polise, vs. karşı hep onun tarafında ol! Ki, hepsine karşı ön yargılarla davransın…
    Evet, evet, bütün bunları yap! Ki, günün birinde onun başına bir bela gelirse; kendinden özür dile ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığın için kendine de teşekkür etmeyi unutma! 


    Üstün Dökmen’i takip edip de kötü çocuk yetiştirmek mümkün olur mu? Acaba!

    Verdikleri mesajlar o kadar yerinde ve doğru ki, kendimizin hatalarına ayna tuttuğu çok güzel tespitler.

    Ne çok yapıyoruz bu gibi hataları…
    Kusursuz düzen onlar için işliyor adeta…
    Hayatlarımızı sessizce ellerine vermişiz…
    Düşünün ki! En pahalı telefonları çocuklarımıza alıp okula gönderecek kadar gözümüz dönmüş.
    Onların ve bizi buna alet edenlerin esiri olmuşuz.
    Her istediğini yaptırmaya alışmış çocuklarımız, büyüdükleri ve sorumluluk aldıkları zaman nasıl başarılı olabilirler ki?
    Her nefeslerinde, her sorunlarında yanında olan bizler, onlara yalnız yaşamı hiç öğretiyor muyuz acaba!
    Ya da öğrettik mi?
    İyilik yaptığımızı sanırken, en büyük kötülüğü yapıyoruz.
    Hepimizin ölümlü olduğu bir gerçek ve biz ömrümüzü sigorta ettirmişiz gibi görüyoruz.
    Her daim onların yanında olabileceğimizi düşünerek yaşıyoruz ve yaşatıyoruz.
    Çocuklarımıza yokluğumuzda ki yaşamdan bahsetmeliyiz.
    Hayatlarını biz yokken nasıl sürdürebilecekler?
    Bunu öğretmeliyiz!
    Bizim çocukluğumuzu düşününce, aramızda ki farkı görmemek mümkün değil!
    Biz de kıymetliydik, bizim de önemimiz büyüktü ama bu kadar her dediğimizin, her istediğimizin yapıldığı bir dönem değildi.
    Ailemizin kaşıyla, gözüyle yönetildiğimiz dönemlerdi.
    Etimizle, kemiğimizle öğretmenlere teslim edildiğimiz,
    Fazlasıyla eğitime ve eğitimciye saygı duyulan dönemlerdi.
    Ayrı odalarımız, büyük yalnızlıklarımız yoktu.
    Azla yetinmenin ve paylaşmanın zorunlu olduğu, birbirimizi sevip saydığımız kutsal dönemlerdi.
    Bu şartlarda yetişince hayata daha sahip çıktık.
    Her işin altından kalkmayı öğrendik.
    Ailemizden destek almak yerine onlara destek vermeyi tercih ettik.
    Çünkü ister istemez güçlü ve dayanıklı yetiştik.
    Hepimiz çok isteriz, çocuklarımızın en iyi hayatlarda yaşamalarını.
    Ama iyi sandığımız şeyler belki onlar için gerçekten iyi değildir.
    Hazır sunulmuş hayatlar onları mücadelesiz ve heyecansız kılar.
    Onlara bu kötülüğü yapmayalım. Kazanarak başarmanın değerini yaşasınlar.
    Bizler onların gözetmeni olalım, her sorumluluklarını üstlenip onları amaçsız ve dayanıksız bırakmayalım. 

    Sonra başka mutlulukların peşine düşerler ve istemediğimiz şeylerin bağımlıları olurlar. 
    Sevgiyle Kalın...

    Belgin BAYKAL

    Bazen Aptal Olmak Gerek!












    İnsanlar beyinlerinin çok çalışmasından şikayetçi, son günlerde en çok duyduğum cümle.
    “Keşke biraz aptal olsaydım, başka bir şey istemezdim” 
    “Her şeyin farkında olmak beni çok yoruyor”.
    Burada amaç farklı, ne kadar zeki olduğunu belirtmek istiyor.
    Zeka ve akıl neye göredir?
    Kimin ölçülerine göre zeki ya da akıllısınız.
    Yoruluyorsanız aptal olun…
    Her şeye, “ben biliyorum, ben seni anladım diye” atlamayın.
    Refleks haline getirdiğiniz çıkışlar sizi yorar.
    İnsanlar bir şey yaparken sizi aptal olarak düşünmüyor.
    Onlar normal akışında davranıyor.
    Siz de aynı şeyi onlara yapıyorsunuz.
    Karşılıklı yapılan bir alışveriş bu.
    Bazen sadece işimiz düşünce birilerini ararız ya da görüşürüz.
    Bunu karşı taraf bilir, bunu siz de bilirsiniz, ama gerekeni yaparsınız. 

    İletişim kurma şeklimiz budur.
    Birisinin yalanlarını dinlediğinizde çok inanmayabilirsiniz.
    Yüzüne vurduğunuz her şey size daha büyük bir yalanla geri döner. 

    Hem siz üzülürsünüz hem de karşı taraf.


    “Hayatta başarılı olmak için akılsız görünmeli, ama akıllı olmalıyız.”

    Charles De Montesguieu’nun konu ile ilgili güzel bir sözü olayı yeterince açıklıyor öyle değil mi?
    Aklınız ve zekanız sizi vezir de eder, rezil de.
    Nasıl kullanacağınıza bağlı…
    "Ne akıllıyım" diye her şeyi anlayıp tepki gösterin ne de “Aptal” görünüp karşı tarafa “O anlamaz” imajını verin.

    Aklınız, yaptığınız işlerle kendini gösterir. Sizin kendinizi akıllı bulmanızla değil.

    Siz anladınız ne demek istediğimi;) 
    Sevgiyle kalın…
    Belgin BAYKAL

    Birisini Eleştirmeden Önce!








    “İnsanın insana yaptığını kimse yapmaz” derler ya!

    Yapar! En büyüğünü insan kendine yapar.

    Başımıza gelen her olayda, başkalarını suçlarız ya,

    Aslında yanlışımız burada başlar.

    Seçimlerimiz ve kendimize sunduğumuz yaşamlar bizim hak ettiklerimizdir.

    Doğru bildiğimiz birçok şeyin gerçek doğrular olup olmadığını sorgulamamız bizi karıştırır.

    Kendimizden emin olamamaktan duyduğumuz endişeyi, başkalarıyla paylaşırız.

    İşte gerçek durum böyle başlar.

    Kızılderili atasözüdür, “Birini yargılamadan önce onun ayakkabılarını giyip yürümen gerekir”

    Karşı tarafın durumunu ve ne yaşadıklarını bilmeden eleştirmek, sizi iyi insan özelliğinden uzaklaştırır.


    Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış…
    Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş…
    Ona Ranga Guru derlermiş…

    Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini 
    tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru’ya götürmüş
    ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş...

    Ranga Guru ise;

    “Sen artık ressam sayılırsın Raciçi...
    Artık senin resmini halk değerlendirecek” diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş.
    Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.
    Raciçi denileni yapmış…
    Birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor…
    Çok üzülmüş tabii.
    Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki…
    Alıp resmi götürmüş Ranga Guru’ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş.

    Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş.
    Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru’ya götürmüş.

    Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş 
    Ranga Guru…
    Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte…
    Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.

    Raciçi denileni yapmış…

    Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış…
    Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış..

    Ranga Guru ise;

    -Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün.

    Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı…

    Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin…
    Yapıcı olmak eğitim gerektirir…
    Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi…
    -Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.

    Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın…
    Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur.

    “Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma…”


    Sizi tanımayan, ne yaşadığımızı bilmeyen insanlarla fikir alışverişi yapmayın.

    Yaptığınız işten emin olun ve doğru yapın.

    Tereddütlerinizi sizin gibi yaşadıklarına ve yorumlarına güvendiğiniz insanlarla paylaşın.

    Hatalarımız bizim çabalarımızı gösterir. 
    Hiç hata yapmayan insan, yaşamayan insandır.
    Başkalarına sizi eleştirme hakkını vermeyin.
    Sizin yaşamınız ve sizin hatalarınız.
    Her şeyinizle birlikte hayatınıza sahip çıkın.
    Önce kendiniz verin cezanızı sonra ödül de sizden olsun.
    Ne onları siz eleştirin ne de onlara sizi üzme fırsatı verin.

    Maalesef ki; insanoğlu yükselen ve takdir edilen insanı fazla sevmez.
    Her zaman onların düşme gününü bekler. Kimseye hatalarınızın sevincini yaşatmayın.

    Sevgilerimle…
    Belgin BAYKAL

    Çocuklarımız Ne durumda?








    Afrika’da çalışan bir Antropolog, bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir.

    Ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü meyveleri yemek olacaktır.

    Onlara “Hadi, şimdi başlayın birinci olan ödülü alacak” der. 

    O anda bütün çocuklar el ele tutuşur, koşup ağacın altına beraber varırlar ve meyveleri yemeye başlarlar.
    Antropolog, neden böyle yaptıklarını sorduğunda, şu yanıtı verirler; Bu UBUNTU’ dur.
    Nasıl olur da diğerleri mutsuz iken birimiz o ödülü yiyebilir?

    UBUNTU’nun anlamı çocukların dilinde “Ben, biz  olduğumuz için Ben’im” demekmiş.


    Bir Afrika kabilesini düşündüğümüz zaman, medeniyetten ve paylaşımdan çok uzak görürüz. Oldukça doğal bir ortamda verdikleri yaşam mücadelesinde, içlerinden gelen bu duygu 
    okuduğumda beni çok şaşırttı.
    Kendi olanaklarımız ile büyüttüğümüz çocuklara verdiğimiz eğitimi düşününce utanmamak elde değil. 
    Siz doğru şeyler öğretseniz bile bunları bozacak o kadar çok ebeveyn var ki…

    Ama o kabilede düşünün ki, herkes aynı düşünce şekliyle yetiştirilmiş.
    Çocuklarımızı kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen, rahatlarına düşkün bireyler olarak yetiştiriyoruz.
    Onlara o kadar çok değer veriyoruz ki, kendi değerimizi unutuyoruz.
    Ne isterlerse yapmaya çalışıyoruz, onların mutluluğu, bizim 
    mutluluğumuzdan çok önemli bir hal almış durumda.
    Kendi psikolojimizi bozacak kadar onlarınkini düzeltmeye çalışıyoruz.
    Bütün hayatımız onların istekleri ve yetiştirilmesi üzerinde dönerken, sonra sorgulama bölümüne geçiyoruz.
    Acaba! Doğru mu yapıyoruz?
    Biz istiyoruz ki ne veriyorsak kıymet bilinsin, bize öyle dönsün!
    Biz hayatımızı gönüllü olarak onlara sunuyoruz.
    Birçok şeyden vazgeçiyoruz.
    Ama bunları biz istediğimiz için yapıyoruz.
    Onlar durumu böyle görüyor.
    İleride yaptıklarınızı saydığınız zaman, şunları duymaya hazır
    olun.
    -Biz mi istedik?
    -Keşke, benim için yapmasaydınız!
    -Keşke hayatınızı yaşasaydınız!
    “Kendi idealleriniz ve istekleriniz için yaptınız, şimdi neyin yüzleşmesi” diyecekler.
    Maalesef! Doğruyu söylemiş olacaklar.
    Ders aldırıyorsak, birincilik bekleriz.
    Spor yaptırıyorsak, madalya bekleriz.
    Sevdiği yemekleri yaparsak, övgü bekleriz.
    Kısaca, verdiğimiz her şeyin karşılığını bekleriz.

    Ben beklemiyorum diyen yalan söyler.
    Beklenti her zaman vardır, sadece dozajı kişiye göre değişir.
    Aileler, çocuklarını sadece eğitim ve iyi bir meslek sahibi olması için yetiştiriyor adeta. 

    Bırakın paylaşmayı öğretmeyi, bir de içine iyice hırs dopingi gönderiyor.
    Ahmet, 100 almış, Ayşe 90.
    Senin neyin eksik de 80 aldın durumundalar.
    Ben söyleyeyim; çocuklukları eksik, sosyalleşmeleri eksik, insan ilişkileri eksik.
    “Sen yeter ki çalış! Ben, sana ne istersen alırım” sözü veren aileler olduk.
    Yani, rüşvetçi çocuklar yetiştiriyoruz.
    Sonra bu çocuklarımızdan ileride paylaşımcı, düşünceli, sosyal, sevgi ve saygıyı bilen, iyi eş, iyi kardeş, iyi evlat, şeklinde bir sürü misyon bekliyoruz.
    Bu beklediklerimiz bize dönerse şanslıyız.
    Çocuğun gerçekten içinde güzel şeyler varmış.
    Çünkü bizim yetiştirme tarzımızla bunlar olmaz.
    Olsa da zoraki olur. İstemeden, içinden gelmeden yapar.
    Bilmemiz gereken tek şey var. Önce kendi mutluluğunuz.
    Siz mutlu olmayı öğrenirseniz, aileniz de mutlu bir aile olur. 
    Siz ne yansıtırsanız onu yaşarsınız
    Çocuğunuza verebileceğiniz en güzel armağan, “Mutluluk 
    ve paylaşımcı ruh” sahibi olmayı öğretmeniz.
    Biz, Metropol bir şehirde yaşıyoruz ve Afrika kabilesinden 
    çok daha farklı olmamız gerekirken, onlardan ders alacak 
    haldeyiz.
    Çocuklarınızı yetiştirirken;
    Kendiniz nasıl yetiştirilmek isterdiniz?
    Ebeveynleriniz nasıl olmalıydı? Diye, düşünün!

    Afrika kabilesinde UBUNTU, Bizde AVUNTU… 
    Sevgiyle Kalın,
    Belgin BAYKAL

    Aşkın Adı Delilik








    Gerçekten de “Aşk, cennete yürüdüğünü sanırken, kendini cehennemde bulma şeklidir.” Filmden alıntı…  
    Her şeyin olsa da takıntın aşkınsa olayın bitmiştir.
    Ne yediklerin ne gezdiklerin ne de gördüklerin, hiçbir şey teselli etmez seni.!

    Hayatın büyük bir tehlike altına girmiştir.

    İş, ev, özel hayat hepsini birbirine katabilir.

    Sevdiklerini kırabilir telafisi olmayan durumlarda bulabilirsin kendini.

    Sağlıklı düşünemez ateşlere koşarsın.

    Sana gerçekleri göstermek isteyen herkese düşman olursun.

    Sadece âşık olduğun kişiyi düşünürsün, başka bir şey olmasın, tek konu o olsun istersin.

    Bu hastalıklı hali isteyenleri ve dua edenleri anlamakta zorlanıyorum.

    Bunun yerine “seveceğim ve hayatımı paylaşacağım birisini istiyorum” demeleri daha mantıklı olmaz mı?

    Bana göre aşkın tanımı kavuşamamaktır.

    Kavuştuğun ve hayatını paylaştığın insanla aranızda sadece sevgi kalır.

    Heyecanın ve tutkunun olmadığı yerde aşk barınmaz.

    Aşk sizi yoldan çıkartan, aklınızı ve mantığınızı ele geçiren çok zor bir hastalıktır.

    Onun için sevmeyi dileyin aşkı değil!

    Eğer adrenalin sevmiyorsanız tabii.)

    Bakın Ümit Yaşar Oğuzcan aşkı ne güzel dile getirmiş…okuyunca daha iyi anlayacaksınız neden böyle düşündüğümü…


    Milyon Kere Ayten

    Ben bir Ayten'dir tutturmuşum Oh ne iyi Ayten'li içkiler içip

    Sarhoş oluyorum ne güzel

    Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin 

    Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor 

    Şarkılar söylüyorum 

    Şiirler yazıyorum Ayten üstüne

    Saatim her zaman Ayten'e beş var ya da Ayten’i beş geçiyor
    Ne yana baksam gördüğüm o
    Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor 

    Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz  

    Günlerden Aytenertesidir
    Odur gün gün beni yaşatan
    Onun kokusu sarmıştır sokakları
    Onun gözleridir şafakta gördüğüm
    Akşam kızıllığında onun dudakları
    Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim  

    Ayten’i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz
    Bir kadehte sizinle içeriz Ayten'li iki laf ederiz 

    Onu siz de seversiniz benim gibi
    Ama yağma yok
    Ayten'i size bırakmam
    Alın tek kat elbisemi size vereyim 

    Cebimde bir on liram var
    Onu da alın gerekirse
    Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem
    Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar 

    Parasızlık da bir şey mi
    Ölüm bile kötü değil
    Aytensizlik kadar
    Ona uğramayan gemiler batsın 

    Ondan geçmeyen trenler devrilsin 

    Onu sevmeyen yürek taş kesilsin 

    Kapansın onu görmeyen gözler 

    Onu övmeyen diller kurusun
    iki kere iki dört elde var Ayten 

    Bundan böyle dünyada
    Aşkın adı Ayten olsun

    Ümit Yaşar Oğuzcan 
    Sevgilerimle,
    Belgin BAYKAL

    İşte! Yine 14 Şubat






                                                       



    Dal rüzgârı affeder,

    Ama kırılmıştır bir kere.

    Her gün yeni bir keder bulur,

    Yakıştırır göğsüne.

    Günler geçer yıl olur,

    Aslında hepsi aynı hikaye.

    Dal rüzgârı affetse bile,

    Kırılmıştır bir kere.

    Cam yapışır, kalp yapışmaz!

    Sen unutsan bile ruhun unutmaz.

    Zaten unutmak da bize yakışmaz.

    Aşk acısı olsa bile,

    Dal rüzgârı affeder.

    Ama kırılmıştır bir kere…


    Tuna KİREMİTÇİ


    Çevremizle ilişkilerimiz; işte! Bu güzel şiir gibi...
    Verdiğimiz değerin karşılığını göremeyince daha çok kırılırız.
    Kendimize döneriz, yalnızlaşırız.
    Duygularımız öksüz kalır, yetim kalır sanki.
    Sonra kendimize kızarız, neden ederinden çok değer veririz diye.
    Yine rahatlayamayız ve deriz ki,” ben doğrusunu yaptım, karşımızdaki anlamıyorsa bu onun sorunu.”
    Ama yine olmaz! Bu sorun iki kişinin sorunu olur.
    Ne edilen özürler ne yapılanlar ne de başka şeyler içimizdeki kırgınlığı geçirmez.
    Sadece içten bir özür ve af dilemek sizi iyileştirse de kırgınlıklarımız her zaman bir kelimeyle, bir olayla yine aynı yerden sızlar.
    Bu güzel 14 Şubat Sevgililer Gününde, yine herkeste sevgili olma telaşı başlamıştır.
    En iyi şekilde bugünü geçirme telaşı. 
    Birbirine hava atma ve yaşadıklarından bahsetme!
    Herkes yaşadıkları güzellikleri kendine saklasın, iki kişinin mahremi olsun.
    Sevgili olmak için illa karşı cins olmasına gerek yok.
    Kendinizin sevgilisi olun, o günü kendinize ayırın, içinizden nasıl bir gün geçirmek istiyorsanız onu yapın.
    Ne zamandır gitmek istediğiniz bir yer varsa oraya gidin, o günü kendinize hediye edin.
    Sevgilisi olanlar! Sizde kavgasız, gürültüsüz, beklentisiz, güzel bir gün geçirin.
    Küçük detaylara takılmayın, özüne bakın davranışların.
    Size değer verilmiş mi? Bir çaba harcanmış mı?
    Hayat sevginizi harcayacağınız kadar uzun değil maalesef.
    Kıymet bilin, kıymet görün.
    Ben sabahtan Taksim’de kendimi gezdiriyor olacağım, sizi bilmem. :)


    Hepinizin Sevgililer Günü Kutlu Olsun…

    Belgin BAYKAL

    Bir Kadını Mutlu Etmek!









    Kadın, doğası gereği korunmaya muhtaç, sevgi ve şefkat peşinde koşan küçük bir kız çocuğudur.
    En sert tipli bir kadın bile görseniz, içinde yaşayan küçük kız çocuğunu yaklaşımlarınızla fark edebilirsiniz.
    Her kadının bir kırılma noktası vardır.
    Kimisi parayı sever, kimisi aşkı,
    Kimisi ilgi ve alakayı, kimisi saltanatı.
    Kimisi macera peşinde koşan, kimisi durağan hayatı kovalayan.
    Burada önemli olan, seçtiğiniz kişiyi ne kadar tanıyorsunuz?
    Onun nelerden hoşlandığını biliyor musunuz?
    Ya da iki şeyini öğrenip sonra da “Ne kadar zorsun” deyip yaftayı mı yapıştırıyorsunuz.
    Bence ikincisi.
    Çünkü kendinizi her şeyden daha kıymetli gördüğünüz için bir kadının duyguları, düşünceleri ve talepleri sizi çok ilgilendirmiyor.
    En başından onlara bakış açınız, sorunlu ve anlaşılmaz görme şekli.
    Oysa ki! Sizi de bir kadın yetiştirdi. 
    Gözünüzün önünde her şeyi göre göre anlayarak büyümüş olmanız gerekirken, siz annenizi de kadın olarak değil, sadece ‘anne’ olarak gördünüz.
    Onun ihtiyaçları, duymak istedikleri ve istekleri sizin ilgi alanınız olmadı.
    O bir anneydi ve görevleri vardı. Onun dışında talepleri olamazdı.
    Şartlar böyle olunca, bir kadını anlamak çok da kolay olamaz sizin için.
    Kadınların anlaşılmaz görüldüğü noktaların temelinde, çoğunlukla erkeklerin duyarsız davranışları yatar.
    En başından farklı yaratılmış iki farklı cinsin anlaşması zaten çok mümkün gözükmez.
    Zevkler, hobiler, bakış açıları, yetiştiriliş tarzı ve duygusal semptomları, hepsi farklı!
    Böyle olunca, geçim ehli olmak zorundayız.
    Yani karşı tarafı anlayıp anlayış göstermek ve yapıcı olmak…
    Onun kimliğine girmeden onun ne yaşadıklarını bilemezsiniz.
    Kadın olmak! Gerçekten çok zor.
    Dışarıdan gözüktüğü gibi rahat bir hayat sizi beklemiyor.
    Şimdi “Ne yani bütün suç bizde mi, kadının hiç mi suçu yok” dediğinizi duyar gibiyim.
    Haklısınız, gerçekten duygularına malik olmayan kadınlar da var, ne istediklerini bilmeyen, ruhları gezgin.
    Bir erkeği elde edene kadar on takla atan daha sonra her şeyine takan değişken kadınlar.
    Bir gün gezip tozma yanlısıdır, ertesi günü gittiği her yerden şikayetçidir.
    Ne yediğini, ne giydiğini beğenir.
    Sürekli değişiklik,  sürekli arayış içindedir.
    Böyle olunca da bir erkeğe gerçekten o sözü söyletir.
    “Bu kadın ne istiyor”
    “Ne ile mutlu oluyor”
    Bir erkeğe “Ben daha ne yapabilirim” dedirten kadınlardan uzak durmaktan başka çare kalmıyor.
    Bırakın kendi huzursuzlukları ve mutsuzluklarıyla savaşsınlar.
    Emek vereceğiniz kişiler gerçekten sizin çabanıza değmeli.
    Gerisi boşa zaman kaybı olur her iki taraf içinde.
    Tüm hem cinslerim bana kızsa da, doğruya doğru.
    Her zaman erkekler haksız değil.



    Sevgiyle Kalın.
    Belgin BAYKAL

    Bir Erkeğin Ayrılık Evresi





    Her erkek gibi evlenecek ve eğlenecek kız derdindeydi Selim.
    30 yaşına kadar arayışları hiç bitmemişti.
    Ta ki ailesinin kabul edeceği, her yönüyle evlilik anlayışına 
    uygun hayat arkadaşı Bahar’ı bulana kadar.
    Ani bir evlilik kararıyla herkesi şaşırtmıştı. Güzel bir düğün ve balayı ile o da karışmıştı evlilerin arasına.
    İlk bir yıl üzerine düşen görevleri fazlasıyla yapmıştı.

    Ama daha sonra, evlilikten de biraz sıkılmış olacak ki, eski günlerini özleyip kaçamaklara başlamıştı.
    Yalanlar, dolanlar, toplantılar, seyahatler derken Bahar'ı kandırdıkça mutlu oluyordu sanki.
    İkinci yıllarında bir oğulları oldu. Selim çok iyi bir baba olmuştu.
    Her gittiği yere biberonu ve bezini alarak Batuhan’ı da götürüyordu. 

    Gerçekten oğluna çok düşkün nadir görülen babalardandı. 

    Her şeyi olmuştu oğlu!
    Yıllar geçmiş Selim' in ihanetleri farklı soluklarla devam etmişti.
    Eşi Bahar’da onu takip etmekten ve şüphe duymaktan yorulmuştu. Son bir yıldır aralarında bir ilişki de kalmamıştı.
    Bahar, Selim’in annesiyle o dönem ne yaşadıysa eve girmesini dahi istemiyordu. 

    Selim de bunu bahane ederek daha da çok dışarılarda zaman geçiriyordu.
    İpler gittikçe gerilmişti. Kavgalar artmış ve nihai sona doğru yol almışlardı. 

    Bahar derdini defalarca anlatmaya çalışsa da Selim her defasında soruna, “Annem, oğlunun evine giremiyor” diyor başka bir şey demiyordu.
    Bahar daha fazla dayanamadı ve ailesini çağırdı. 

    Evliliğini bitirmek istiyordu. 

    Selim, çok şaşırmıştı bu kararına. Bugüne kadar boşanma kelimesini defalarca kullanmışlardı ama ilk defa ciddi bir adım atılmıştı sanki. 

    Bahar’ın babası, Selim’i kenara çekip,
    -Oğlum neler oluyor size?
    -Nasıl bu hale geldiniz? Kızım çok üzgün ve boşanmak istiyor.
    -Sen ne düşünüyorsun?
    -Selim yine bozuk plak gibi aynı cümleyi savurmuştu. 
    Aramızdaki tek problem “Annem bizim eve, yani oğlunun 
    evine giremiyor. Onun için ben de eve gelmek istemiyorum.
    Bahar bu cümleyi duyar duymaz, bulunduğu odadan çıkarak onların yanına gelmişti.

    -Neden yaptıklarını anlatmıyorsun da hep anneni bahane ediyorsun?
    Tek sorunumuz annen mi? Ona gelene kadar sen eş olarak tüm görevlerini yaptın mı? dedi.
    Yine konu dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyordu. 
    Uzlaşamadılar. Selim ayrılmak istemediğini ama Bahar istiyorsa ayrılabileceğini söyledi.
    Bahar da davayı onun açmasını istiyordu. İşler iyice inada binmişti.
    Bahar ailesini Selim boşanma davası açana kadar göndermek 
    istemedi. Yaklaşık altı ay, Selim kendi evinde sadece mutfağa hapsedilmişti. 1 yıldır emekli de olmuştu. Gidecek bir işi bile yoktu. Serbest iş kovalıyordu. Bahar’ın ailesi kızlarını yalnız bırakmıyordu. Ailecek evlerine yerleşmişlerdi.  

    Selim her gün büyük bir sinir harbiyle erkenden evden çıkıyor, akşam da 
    yüzlerini görmemek için geç saatlere kadar dışarıda kalıyordu.
    İki tarafta sabır sınavı vermişti adeta. 
    Selim çoktan taşınacaktı ama oğluna kıyamıyordu. 
    Onu her gün görememek ve ayrılık psikolojisini ona yaşatmak istemiyordu.
    Aslında bilmediği ya da kendine bile söylemekten çekindiği şey ayrılığın soğuk duruşuydu.
    Kendisi  istemiyordu yuvasını dağıtmayı çünkü rahatça aldatacağı ona hesap soracağı bir eşi olmayacaktı.
    İyi kötü bu hayata bu şekilde alışmıştı.
    Alışkanlıkları onun ayağını bağlıyordu.
    Evde huzuru olmayınca ilişkilerine de yansımış, kimseyle bir şey yaşayamaz olmuştu.
    Artık Bahar’ın da sabrı iyice taşmıştı.
    Selim’den hiçbir hareket göremeyince, istemeyerek ailesiyle ev tutmuş ve 1 hafta içinde kendisine ait olan eşyaları alıp taşınmıştı.
    Birlikte aldıkları pahalı eşyaları da Selim’e bırakmıştı.
    İşte Selim’in eve geldiği zaman hissettikleri, tarifi mümkün olmayan duygulardı.
    O gün anlamıştı yuvasının dağıldığını ve her şeyin bittiğini. 
    Bütün hayatı boğazına düğüm düğüm dizilmişti.
    Soluk almakta güçlük çekiyordu, bu sonu hiç beklemiyordu o kadar yaşanılanlara rağmen.
    Her zaman bir barışma payı bırakıyordu kendisine ya da eşine bu anlamda çok güveniyordu.
    Artık istemeyerek bu sonu kabul etmeliydi. Ya da acil bir şeyler yapmalıydı.
    Oğlu da artık 13 yaşına gelmiş bir ergen olarak bu konuda çekimser kalmış ve kararı onlara bırakmıştı.
    Aslında o da biraz sorun yaratsaydı Selim’ in işine yarayacaktı.
    Oğlunun makul davranması onun işlerini zorlaştırdı.
    Her konuda destek aldığı bir arkadaşını aradı Selim.
    “Ne yapabilirim yolun sonundayım” dedi.
    Arkadaşı ona eşyaların kalanını da alması için Bahar’ı aramasını önerdi.
    O arada bazı şeyler öğrenebilirdi. Bahar gerçekten artık gitmiş miydi?
    Selim denileni yaptı ve aradı, Bahar oldukça ılımlı konuşmuştu.
    Hasta olduğunu ve bunun böyle olmasını istemediğini söylemişti.
    “Senin bir çaban olmayınca bende üzerime düşeni yaptım” 
    demesiyle durum açığa kavuşmuştu.
    Bahar yeniden denemeye hazırdı.
    İşin tuhaf yanı, Bahar’ın bu yaklaşımı Selim’i yeniden havalandırmıştı. 

    Aklı karışmış ve egosu kabarmıştı.
    O eve süklüm püklüm giren, ‘yuvam yıkıldı’ diye çareler aramaya başlayan Selim,
    “Bilmem kararsızım” şeklinde geri dönmüştü arkadaşına…

    Arkadaşının bunun üzerine söyleyebileceği tek cümle “Bahar çok haklıymış seni terk etmekte, tek hatası yeniden dönmek olacak demesiydi”.
    Selim bu sözler karşısında, “Galiba haklısın, benim her şeyden emekli olmam gerekiyor ama bu da çok ağır be abi" dedi.
    Yeniden Bahar’ı ikna etti ve evlerine döndüler. 

    Bakalım ne kadar iyi koca olacak, izlemeye devam etmek gerek!
    Selim burada verdiğimiz bir örnekti. 
    Çevremizde bu durumda olan o kadar çok Selim’ler var ki,
    Ne kendini mutlu edebiliyor ne yaşadığı insanları.
    Başka hayatları karıştırmaktan ve huzur kaçırmaktan başka bir işe yaramıyorlar maalesef.
    Allah yardımcıları olsun bütün Selim zedelerin…


    Sevgilerimle,


    Belgin Baykal





    Konuşmamız Gerek

      Kendime bir hedef koymuştum. 3 tane kitap yazıp zirvede bırakacağım diye.) Aynen de verdiğim sözü tuttum. Yeni bir kitapla tekrar karşınız...